Giriş
T ürk ve Macar milletlerini tarihin en eski dönemlerinden beri birbirine bağlayan etnik ve kültürel bağlar, Osmanlı hakimiyeti döneminde ve sonrasında devam etmiştir. Avrupa’nın ortasında Slav ve Germenlerden farklı olmanın bir sonucu olarak dil ve tarih alanlarında araştırmalar yapan Macarlar, XIX. yüzyılın sonundan itibaren Türkolojinin bir disiplin olarak ilk kez Macaristan’da doğmasını sağlamışlardır. Panslavizm ve Pangermenizm akımlarına karşı ise Macaristan’da Turancılık düşüncesi ortaya çıkmıştır. XX. yüzyıl başlarında Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı öncesi müttefik olmalarının yarattığı olumlu atmosfer, Türkolojinin getirdiği veriler, Macar Turancılarının çalışmaları her iki ülke arasındaki kültürel köprüyü kuran etkenler olmuştur. Gyula Németh’den Lajos Fekete’ye kadar pek çok Macar bilim adamı aynı zamanda Türk kültürüne de hizmet etmiştir. Turan Derneği’nin desteği ile gezi ve araştırma ekipleri, Türkiye’de her alanda araştırmalar yapmış ve kültürel ilişkiler iyice gelişmiştir.1
Kurtuluş Savaşı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarında bu ilişkiler olgunlaşmıştır. Türk-Macar dostluğuna değer veren Atatürk, Macaristan’la iyi ilişkilerin geliştirilmesine özen göstermiş, yeni Türkiye’nin yapılanmasında birçok Macar uzmandan yararlanmıştır. Bu dönemde karşılıklı ilişkiler altın çağını yaşamıştır.2
Bu süreç içerisinde Macarlar, ortak geçmiş, ortak etnik-kültürel temel nedeniyle Türk kültürüne ilgi duymuşlardır. Pek çok Macar, eserlerinde Türkler ve Türk kültürünün unsurları hakkında bilgi vermişler, anılarında bu kültür ile ilgili izlenimlerini sunmuşlardır.
Türkiye’yi bizzat gören, Türkleri tanıyan veya Türkiye’de uzun zaman kalan Macarların anılarından, Türkiye’deki Macar siyasi çevrelerinin raporlarından, Macar basınından Macarların Türk kültürü ve Türklere bakış açısını takip edebiliriz. Onların en çok söz ettiği konuları tasnif ederek bu bakış açısını sunmak mümkündür.
Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne Macarların Gözü ile Türk Kültürünün Bazı Ögeleri
1. Türk Kadını ve Toplumsal Konumu
1849-1851 yılları arasında İstanbul’da yaşayan Macar yazar Balázs Orbán (1830-1890)3 , (bkz. Ek I) XIX. yüzyılın sonlarındaki Türk kadınını 1875’te yayımlanan “Törökországról s különösen a nőkről” (Türkiye ve Özellikle Kadınlar Hakkında) adlı yazısında şöyle anlatmaktadır:
“Harem düzeninin büyümesi olarak telakki edilebilecek Türk kadınının aşağılanması, sadece daha yüksek sınıflarda var; ayrıca çok eşlilik de sadece çok zenginlerin dar çevresi ile sınırlı. Gerçi Kuran her Müslümana çok eşliliğe izin veriyor ama Türk kadınlarının ev çevresinde bile çalışmayarak ve zaten çok şatafatlı olarak, geçimini sağlamaları çok pahalıya mal oluyor ve böylece haremini sadece çok zengin insan sürdürebiliyor. Fakat fakir insan hatta orta sınıf doğuda da sadece tek eşliliğe zorlanıyor. Sonra böyle kadın, kocasının bütün sıkıntılarını paylaşan gerçek bir hayat arkadaşı. Türk köylü kadını tarla işinin yüklerini kocasıyla tam da bizim Sekel hanımlarımız gibi bölüşüyor ve onun için bu çevrelerde bağımlılık mümkün değil. Birlikte çözümlenen ortak sıkıntılar, eşitlik duygusunu doğuruyor. Bununla birlikte daha yüksek çevrelerin harem hanımları, Avrupa’da zannedildiği gibi kapatılmış, gizlenmiş ve aşağılanmış değiller. Çünkü kadının yüzünü kocası dışında bütün diğer erkekler önünde gizlemesi gereken peçe, son zamanlarda modaya göre o kadar inceldi ki, hemen hemen hiç gizlenmeyen edalarını, işveli şalvarı ve şeffaf dokumadan hazırlanmış zaten göğüsten, kesiminden dolayı tamamen açık elbisesi, yalnızca daha tahrik edici yapıyor …”4
Harem kadınının “cazibesinden” söz eden Balázs Orbán5 , “Türk kadınının silahı” dediği bir noktayı mizahi bir dille açıklamaktadır:6
“Kadınların pabucu (terliği) bizde de muazzam bir mülk. Veya daha doğrusu, birçok gururlu erkeğin hissedeceği gücün sembolü. Türk kadınının pabucu sadece meşru değil aynı zamanda silah da olduğu taktirde, Türk kadınında daha ziyade pabuç manevrası var.”
Türk kadınlarının Ermeni kadınlarından farklı olarak kalın tabanlı, sivri burunlu sarı renkli bir pabuç giydiklerinden söz eden yazar, bu pabucun fonksiyonunu şöyle açıklamaktadır:7
“Bu pabuç, daha yukarda zikredilen silahı meydana getiriyor. Çünkü şayet Türk kadını kızarsa, sert pabucunu alıyor ve eşek sudan gelinceye kadar adamı iyice dövüyor. Ve ah bir Türk kadınını hırpalamayı veya dövmeyi düşünen erkek varsa, çabucak halkın öfkesine kurban gidiyor. Bu pabuç hakkı Türk kadınına bakınca büyük ayrıcalık. Onun ağırlığını her halde kocalarına bir kez hissettirmiyorlar. Her Türk kocanın kılıbık koca olduğunu söylemek mümkün. Ama zaten Türk koca karısına karşı şefkatli ve kibar. Ahlak kuralları daha güçlü erkeğin zayıf kadına zulmetmesine veya onu dövmesine, kesinlikle izin vermiyor. Çünkü karısına fiili olarak zarar veren erkeği derhal birkaç günlüğüne tımarhaneye götürüyorlar. Çünkü söyledikleri gibi aklı olan bir erkek zayıf bir kadını dövmeye kalkışamaz. ‘Avrat dövmek iyidir’ diyen saçma atasözümüze karşılık, bu adeti ikaz olarak, bizde de moda yapmak iyi olur. Bu şekilde kaç rezalet ve boşanma davasını önlemek mümkün olabilir !... Ama o zamana kadar da ben payımdan Türk kadınlarının pabuç hakkını, hoyratlığa karşı, kadınlarımıza versem. Mümkün olduğu yerde, geri vermeksizin de kullanacaklarına zaten şüphem yok!”
1918 yılında, I. Dünya Savaşı devam ederken Anadolu’nun kuzey sahillerinin araştırılması için bilimsel bir gezi ekibi ile Anadolu’ya gelen Macar etnograf István Györffy8 , 1921’de yayımlanan “A török falu” (Türk Köyü)9 ve 1929’da yayımlanan “A török nép és életmódja’’ (Türk Halkı ve Yaşam Tarzı)10 adlı yazılarında Türk kadınının toplumsal konumuna değinmekte evlenme ve kıyafet konusunda Balázs Orbán’la benzer düşünceler taşımaktadır.
Şöyle ki:11
“Türklerin çok eşliliği artık daha ziyade sadece Avrupalıların fantezisinde yaşıyor. Belki her yüz Türk’ten birinin iki eşi ve her bin Türk’ten birinin üç eşi olduğunu ifade etmemiz gerekiyor. Orada evlenmek bizdeki gibi öyle kolay değil. Bizde kızlara hatırı sayılır drahoma veriyorlar; fakat Türk delikanlısı kelimenin tam anlamıyla gelinlik kızı ana babasından alıyor… Türk kadınının peçeli gezmesi de bugün-yarın geçmiş olacak. Köy yerinde köylü kadının, kızın peçesi bile yok. Köylüsünün önünde yüzünü çokta sarıp sarmalamıyor. En fazla, şayet köye yabancı gelirse, adet yerini bulsun diye başındaki örtüyü, bizim yaşlı kadınlarımızın bazılarının kiliseye giderken yaptığı gibi burnuna kadar yukarı çekiyor .”
Györffy’nin 1929’da yayımlanan “A török nép és életmódja” adlı yazısı ise kadının geçirdiği değişimi yansıtmaktadır:12
“… Köylü kadın şimdiye kadar peçe taşımıyordu. Şimdi artık Kemal Paşa, bu modası geçmiş adeti tamamen kaldırdı.”
Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş sürecinin tanığı olan Macar oryantalist Gyula Germanus ise13 Osmanlı döneminde, İstanbul’da Göksu’da eğlenen kadınları.14 sahafta karşılaştığı zarafeti ve kültürüyle O’nu etkileyen “gizemli Afife Hanımı,”15 sarayda Fricsay’ın orkestrasını dinleyen, yazarın ifadesi ile “haremin saklanmış güzellerini,”16 1915’in İstanbul’unda “eskimiş kilimlerini ekmek karşılığı değiştiren” onurlu Türk kadınını17 anlatmakla XX. yüzyılın başlarında İstanbul’daki kadın tiplerini gözler önüne sermektedir.
Ancak yazar, Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirilen devrimlerin Türklüğü yeniden dirilttiğini söylemesine rağmen,18 “düşlerindeki doğunun değişmesi, kadınların da değişmesi”, “harem duvarları arasından çıkacağını zannettiği kadınların yerine Avrupalı elbiselere bürünmüş kadınlarla karşılaşması” ile hayal kırıklığına uğramıştır.19
2. Yemek Kültürü Atatürk döneminde Türkiye’ye gelen birçok Macar uzmandan biri olan ve yeni imar edilen başkent Ankara’da çalışan Atatürk’ün bahçıvanı János Máthé20 görevi sırasında “Türk mutfağının üstünlüğünü” görmüş “doğu damak zevkini” tatmıştır. Anılarında Türklerin yemek kültürünü şöyle anlatmaktadır:21
“Türkler doğu damak zevkini sürdürüyorlar. Bizim üzüm yaprağıyla hazırlanmış, lahana dolmasına benzeyen yaprak sarmamız, biber ve domates dolması onlardan geliyor. Köpükle çırpılan yoğurdu ve değişik bir şekilde hazırlanan patlıcan yemeğini de çok seviyorlar. Soğanla, domatesle servis yapılan etler, ızgara hoşlarına gidiyor. Milli yemekleri sayılan pirinç pilavını Antep fıstığı, kuru üzüm; sütlacı safranla servis yapıyorlar. Çorbalar güzel, salatalar nefis. Yağda kızartılmış but biçimli baharlı köfte kadın budu. Yemek öncesi anasonlu iştah açıcı rakı ve günde defalarca çok tatlı olarak kahve içiyorlar.”
Gyula Germanus’a göre İstanbul’daki yangınların sebebi ocakta kızartılan patlıcanlardı. “Bazen yüz ev kurban giderdi böyle patlıcan ateşine.”22
“Doğu yemek zevkinin” en önemli unsuru şüphesiz el ile yemekti. Ancak Germanus buna bir türlü alışamamıştı:23
“… Başkası bıçak çatal kullanmazdı, sadece ben! Türkler çocukluk döneminde daha iyi olarak, temiz elle yemek yemenin nasıl olabileceğini öğrenirlerdi. Ağızlarını şapırdatarak yedikleri gerçek; ama yemeğin tadını çıkarmanın böyle daha güzel olduğunu söylerler. Ben sahiden şapır şapır yemek yemeyle yemeğin daha çok tadını çıkaramadım. Ne çorbayı ekmekle veya pirinçle alabildim ne kuzu etini veya gulaş çorbasını becerikli bir şekilde elle yiyebildim. Avucuma, elbiseme yağ damladı. Adamakıllı gerilemiştik. Bonfini, Kral Mátyás hakkında mucize kabilinden elle yemek yiyebildiğini yazıyor. Ama bu eskidendi.”
3. Yazı, Dil ve Edebiyat
Latin harflerinin kabulünden Türk dil devrimine giden yolda her adımın Macarlar tarafından ilgi ile takip edildiğini görmekteyiz.
Germanus’a göre bu köklü “değişimin ekonomik ve toplumsal etkisi en belirgin şekilde edebiyata yansımış, Arapça ve Farsça sözcükler gitgide arka plana atılmıştır.”24
Atatürk’ü Macar Kralı István’a benzeten Gyula Németh’in,25 güzellikte Arap yazısının arkasında kalacağı ama daha kolay öğrenilebileceğinden Türk kültürünün yükselmesine kesin olarak katkıda bulunacağını belirttiği yeni yazının26 yaşama geçirilmesi konusundaki düşünceleri ise oldukça çarpıcıdır:27
“Bir yazı reformunun ulusun manevi yaşamına olağanüstü etkisi var. Şöyle bir hayal edelim, şayet bir Macar Mustafa Kemal Paşa, bizim Latin yazımız yerine Arap yazısının kullanımını getirmek isterse o zaman ne olur? Hayal bile edemeyiz!...”
István Száva “Az Oszmán Birodalomtól a Török Köztársaságig (Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne Dek” isimli eserinde Türk milliyetçiliğinin en radikal ölçüde dil alanında belirdiğini belirterek, “dil temizliğinin eşi benzeri olmadığını” vurgularken28 Lajos Fekete de “Az új Törökország” (Yeni Türkiye) adlı yazısında şöyle demektedir:29
“(Atatürk) gerçek bir devrimci olarak zenginlerin üstünlüğünü bitirdi; yeni alfabeyle, okuma-yazma bilenlerin ayrıcalığını ortadan kaldırdı. Yeni yazının yaygınlaşması için kendisi de çok çaba gösterdi. Okul sıralarına oturup çiftçilere örnek oldu… Türk dilindeki reformlar için gelecek kuşaklar da ona şükran borçlu. Kemal ne yazar ne de bilim adamı olmadığı halde milletine yeni alfabe hediye etti.”
Yeni başkent Ankara’nın yapılanması hakkında bilgi veren Pesti Hirlap gazetesi “Kemal a Gházi az új Törökország vezére” (Yeni Türkiye’nin Lideri Gazi Kemal) adlı yazıda coşkulu bir eğitim faaliyetinden söz ederek “öğrencilerinin büyük kısmının kadın olduğu okuma-yazma seferberliği” hakkında bilgi vermektedir.30
Ankara’daki Macar Büyükelçiliği’nin raporları da yazı31 ve dil reformu hakkında uzun uzadıya bilgi vermektedir.32
19 Eylül 1928 tarihli rapor ise yeni alfabenin nasıl uygulamaya konulacağını açıkladıktan sonra, bu alfabenin getirilmesinin değişik boyutlarına değinmektedir:33
“Yeni Türk alfabesinin kabulü hem kültürel hem de ekonomik açıdan önceki reformlardan daha önemli. Kültür alanında Türk bilim adamları Batı kültürünün manevi ürünlerine ulaşabilir. Bununla birlikte Türkiye, Batı bilim dünyasından, bilim ve edebiyattan haberdar olabilir. Böylece Batı ile olan kültürel ilişkiler de gelişecek.
Ekonomik alanda Türkiye ekonomi istatistikleri bundan sonra sır kalmayacak. Bu da Avrupa’daki Türkiye iktisadına ilgiyi arttıracak. Diğer bir kazanç Türkiye’de birçok insan Batı tekniği kazanımlarını, ticaret ve ekonomi ilkelerini öğrenmek isteyecek. Bunun sonucunda önce bireylerin sonra tüm ülkenin ekonomik gelişmesi sağlanmış olacak.”
Turan dergisinde Atatürk’ün tarih anlayışının ele alındığı bir yazıda dil meselesine de değinilmekte, “dil reformu alanında da Türklerin büyük adımlarla ilerlediklerinden” söz edilmektedir.34
4. Türklerin Özellikleri
István Györffy “A török nép és életmodja” adlı yazısında Türklerin hoşgörüsüne değinen önyargısız yabancılardan biridir:35
“Türklerin hoşgörüsü neredeyse darbımesel. Ülkemiz onların yönetimleri altında iken, dillerini ve dinlerini bize zorla kabul ettirmeye asla teşebbüs dahi etmediler. Azınlıkların da bir 500 yıldan beri dil ve ırki hususiyetlerini, hatta dinlerini de korudular. Bosnalı Sırpların bir kısmı, Boşnaklar da vaktiyle, kendi istekleriyle İslam dinini kabul ettiler.”
Türklerin bir diğer özelliğine de, 1925 yılında Atatürk’ün daveti üzerine Türkiye’ye gelen, Ankara’daki Meteoroloji Enstitüsünü kuran ve Türk halkının gönlünde “Aksakallı Havabakan” olarak yer eden Macar meteorolojisinin seçkin siması Prof. Dr. Antal Réthly,36 “Éghajlati és egeszségügyi viszaemlékezések Törökországra” (Türkiye Hakkında İklim ve Sağlıkla İlgili Hatıralar) adlı yazısında değinmektedir:
Adana’da bir otelde gecelediği zaman cibinliğe rağmen sivrisineklerden rahatsız olması, böyle iklimi olan bir bölgeye tekrar gittiği zaman kendini Amerikan icadı bir böcek ilacıyla kurtarmış olması, ünlü meteoroloğa başka bir olayı hatırlatmaktadır:37
“Yolcular için gerçekten bugün artık bu buluş vazgeçilmez. Eski bir Türk düşüncesini, çok karakteristik nükteli bir olayı anmam gerekiyor. Anadolu’nun bir vilayet merkezinin su tedariki meselesi ile görevli bir Macar mühendis. B…’de akşam çok temkinli bir şekilde odasını, yatağını, duvarları vb. ilaçlar. Ev sahibi bunu görünce ona sorar:
- ‘Ne için efendim?’
- ‘Tahta kurularının üzerinde rahatça uyumak ve diğerlerinin rahatsız etmemesi için.’
- ‘Bu kullanılır mı? Ne kadar! Peki, o zaman böylesini Ankara’dan bana da gönder’ der.
Ertesi gün mühendis dinç bir şekilde uyanır. Ve beklenmedik olay üzerine ev sahibi sorar:
-’Söyle bakalım! Senin silahın böcekleri öldürüyor mu?’
-’Evet ama…’
-’Peki, o zaman onu bana kesinlikle gönderme.’
manı bütün eski Türklerin her ne kadar mendebur olursa olsun, sebepsiz yere hayvan öldürmediğini bilmek gerekir. Ne de olsa o sadece Allahın yarattığıdır. Allah’ın inayetiyle yaşar ve çoğalır.”
Antal Réthly’nin Eskişehir ve özellikle Konya’daki izlenimleri ise ilginçtir. Buradaki çalışmaları sırasında tanık olduğu ve “Türk ve Macar ulusları arasında var olan bir takım özellikleri” saptamıştır. Şöyle ki:38
“Eskişehir İstasyonu’nda yapılan ilk kontrolün sonucu çok iyi idi. Bununla birlikte Konya’da talimatlar vermenin yeterli olmadığına, aynı zamanda son çiviyi çakmadıkça istasyonu terk etmemek gerektiğine kanaat getirdim. Çünkü her şeye söz vermelerine rağmen -Türkler hayır demeyi bilmiyor- uygulama için gerekli enerji eksik. Fakat yurtta nöbetçi olarak yaptığım yolculuklarımda çok defa tecrübe ettiğim gibi, bu bizde de böyle. Lajos Kossuth, ulusun büyüklüğü önünde diz çöktüğü zaman ne demişti ? ‘Gerçekleştirmek için aynı enerji olsun.’ Bu enerjisizlik Türklerle ortak çizgimiz.”
Türkler hakkında vurgulanan önemli bir özellik de onların “ağırkanlı ve tembel” oldukları yolundadır.39
Antal Réthly “Türklerin aceleyi şeytan işi saydıklarını” belirtmekte40 ve “Meteorológiai obszervatórium Angorában” (Ankara’da Meteoroloji Gözlemevi) adlı bir başka makalesinde Macarların milli şairi Sándor Petőfi’nin bir şiirinin kahramanı Pál Pató’ya atıf yaparak şöyle demektedir:41
“Türkler Doğulu halk. Asilzade misali, bizden bile daha bilgisiz ve daha tembel. Sloganı yavaş, yavaş!... Böyle düşünceye rağmen, yine de 2 yıl içinde meteoroloji hizmetinin bir çatı altında toplanmasının başarılı olması, en iyi şekilde bu halkın değiştiğini, çağa ayak uydurmak istediğini ve her ne kadar atalardan kalma harika yetenekleri varsa da zaten yenilgiye uğradığını, artık sadece Batı kültürü ile güçlenebileceğini derinden hissettiğini kanıtlıyor.’’
Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Türkiye’de görevli olan, Anadolu’yu dolaşan ve anılarını 1940 yılında “A rejtelmes Anatóliában” (Gizemli Anadolu’da) adı altında yayımlayan Tibor Fehértajy, Antal Réthly’nin temas ettiği noktaya daha alaycı ve iğneleyici bir şekilde uzun uzadıya değinmektedir.42
“Bu Türkler ağır insanlar. Zaman hakkında garip düşünceleri var. Onların gözünde zamanın hiçbir değeri yok. Avrupalıların temposu burada bilinmeyen bir şey. Demek ki o henüz Amerikalı. Her şey sadece yavaş yavaş !... Öyleyse içinde bir derin bilgelik de var. Çünkü acele eden çoğu kez yanılıyor. Öyleyse yanılmayı istemiyorsan, daha önce her şeyi adamakıllı düşün taşın. Özellikle ne istediğini bilmediğin zaman. Böyle daha az yanılırsın. Yani: Yavaş yavaş!
Bunun, bizim Avrupalı tempomuzun sadece bir nevi hastalıklı yozlaşması olması bile mümkün olmamasına rağmen, sabırsız bir asabiyet!... Çünkü şayet bir Türk lokantasına oturursan ve orada garsonun dakikalar boyunca boş gezindiğini yüzüne vurursan, acele edeceği yerde şaşkınlıkla açılmış gözlerle sana hayret ediyor. Veya şayet berber dükkanında çeyrek saatlik bekleyişten sonra sıra bile gelmemişse ve o zaman tercihen bir başka yerde şansını denemek için dışarı çıkarsan aynı hayret eden nazarla karşılaşıyorsun. Sanki ‘sen zavallı, şansız, demek bu kadar sinirlerin kötü’ diyorlar. Yalnız, burada gerçeğin nerede olduğunu tam olarak kestirmek zor iş. Öyleyse bu tavsiyenin faydaları da var. Hiç kimsenin, hiçbir şeyin acil bile olmadığı bir ülke. Orada insanlar sokakta Oxford-Street’te, Boulevard Haussmann’da, Friedrichstrasse’de veya Erzébet Körút’daki gibi acele etmiyorlar. Orada memur, şayet günden güne gecikme ile dairesine giderse, işten çıkarılmıyor. Orada demiryolu kasa görevlisi, bilet almak için penceresinin önünde artık tam bir insan ordusu beklemesine rağmen, şayet bir tanıdığı ile çeyrek saat boyunca keyifli bir şekilde çene çalarsa, linç edilmiyor. Orada sinema seansına asla gecikmezsin. Çünkü anons edildiğinden daima bir yarım saat daha geç başlar. Orada resmi daireler dilekçeni aylar sonra bile çözümlemezler, ola ki caymaya zamanın olur. Ve, orada iki gün sonra da onları okumanın gecikmemesi için, gazetelere iki gün daha sonraya tarih atılıyor. Bu esnada insan bütün bunlara öyle alışıyor ki her şeyi tabii sayıyor. Ülkemizdeki gibi sokakta acele ederek gitme adetini terk ediyor. Randevu vaktinde tam orada olma alışkanlığını bırakıyor. İşini 6 yerine, bir gün içinde bitirme adetini terk ediyor. Ve bütün bunları ayıplama adetini de terk ediyor. Yedi hafta Doğuda kalanın kendisinin de Doğuluya dönüşeceğini söylüyorlar. Ben şüphesiz ona inanıyorum.”
Daha önce kendi de bu kategoriye dahil olan esprili bir Alman Bey, bir kere Türk makamlarının hiyerarşisini bana şöyle açıklamıştı:
“Türk resmi dairelerinde kimin mevkisinin ne olduğunu öğrenmek isterseniz yalnızca bir kere, öğleden önce 10 ve 11 arasında bir bakanlığa gidin. Şu veya bu beyin içerde olup olmadığını bir daire odacısından sorun. Buna alınan cevaplardan sonra söz konusu beyin mevkisinin ne olduğu tespit edilebilir. Çünkü bazı mevkilerde olan beyleri şöyle çağırıyorlar:
Daha gelmedi- müsteşar, şimdi gelecek-şube müdürü, geldi gitti- daire müdürü, görmedim- sade memur, ve vallahi bilmiyorum-bir tür muavin !
Anadolu’nun iklimi bunaltıcı. Gün, bahardan sonbahara dek çok sıcak bir şekilde cayır cayır yakıyor ve acele eden terden sırılsıklam oluyor. Bu ise tehlikeli. Çünkü insan kolayca üşütüyor. Bunun için en sıcak Ağustos günlerinde bile herkes gömlek altında da kalın yün iç gömleği giyiyor. Ama soğuk algınlığı tehlikelerine karşı bile güven altına alınınca acele etme!
Yavaş yavaş!....”
Sonuç
Türkler ve Macarlar arasında var olan tarihi ve kültürel ilişkiler, XIX. yüzyıldan XX. yüzyılın başlarına doğru gelişen iyi ilişkilerin atmosferi içinde, Macarlarda Türk kültürüne karşı ilgi uyandırmıştır. Türkleri tanıyan Macarlar, eserlerinde onların sahip olduğu çeşitli kültürel özellikler hakkında bilgi vermişler, kendi kültür öğeleri ile karşılaştırmışlardır.
Bu yüzden Macar kaynakları sadece tarih boyunca sıkı ilişkilerimizin bulunduğu bir milletin gözü ile Türk kültürü ve Türklerin değerlendirilmesi açısından değil, iki millet arasında var olan benzer kültür öğelerinin ortaya konulması ve bunların karşılaştırılarak değerlendirilmesi açısından da son derece önem taşımaktadır.
EKLER