Giriş, Geleneğin Ortak Mahlasa Bakışı
Mahlas, bilindiği üzere, şairlerin şiirlerinde kullandıkları, çoğunlukla kendi adlarından farklı olan ada denilmektedir. Divan şiirinde mahlas konusu çerçevesinde; mahlasların tasnifi, alınış serüvenleri, mahlastaş şairler, yanıltıcı mahlaslar, mahlas değiştirme ve birden fazla mahlas kullanma, mahlas-nâmeler gibi meseleler ele alınmıştır.1 Hatta âşık edebiyatında ortak mahlaslar sorunu da ayrıca incelenip değerlendirilmiştir.2 Bununla birlikte, divan şiirinde ortak mahlas meselesi, gelenek ve şairlerin bu konuya bakışı, sebep ve sonuçları gibi hususlar müstakil olarak ele alınıp irdelenmemiştir. Bu konuda yalnız “Mahlasdaş Şairler” başlıklı makaleyi bir istisna olarak kabul etmek mümkünse3 de ilgili yazıda öncelikle mahlastaş şairlerin tespit ve tasnif edildiği, şartlar gereği konunun çok farklı örnekler ışığında, ayrıntılı olarak ele alınamadığı malûmdur. Hâlbuki ortak mahlas kullanımı sebebiyle, geçmişte çeşitli sıkıntılar, yanlışlıklar meydana gelmiş, şairler ve şiirler birbirine karıştırılmıştır. Bu yanlışlıklar hâlen devam etmekte, belki daha da artmaktadır.
Divan şiirinde, ortak mahlaslı şairleri ayırma hususunda tezkireler çoğu zaman önemli yardımcılardır. Tezkirelerde, aynı mahlastaki şairler kimi zaman Celîlî-i Bursevî, Celîlî-i İznikî, Celîlî-i Edirnevî örneklerindeki gibi şehir isimlerinden, kimi zaman Şemsî-i Defterdâr, Şemsî-i Kâdî, Şemsî-i Edvarî örneklerindeki gibi şairlerin meslek yahut kabiliyetlerinden hareketle ayrılmaktadır. Ayrıca mahlastaş şairlerin bazen de “Diğer” yahut “Sânî, Sâlis” gibi sıra sayılarla ayrıldıkları da olmaktadır.4 Bununla birlikte, kimi zaman tezkirelerde de ortak mahlası kullanan şairlerin ya da onların şiirlerinin karıştırıldığı olmaktadır. Nitekim ileride değinileceği gibi, Kabûlî bu konudaki örneklerden biridir.
Gerçekten de “Mahlasdaş Şairler” başlıklı yazıya bakılınca bazı mahlasların çok fazla rağbet gördüğü, yüzyıllar içinde tekrar tekrar şairler tarafından kullanıldığı anlaşılmaktadır.5 Bu yazıya göre en çok kullanılan mahlaslar ve kullanım sayıları şu şekildedir: Feyzî-41, Abdî-24, Ârif-23, Şeyhî-23, Saîd-21, Âlî-20.6 “Edebiyat tarihimizdeki mahlasdaş şairler günümüz araştırmacıları için bir karışıklık sebebidir. Altı yüz yıla yakın bir devreyi kaplayan Osmanlı şiirinin tarihi içinde aynı mahlası kullanan şairlerin şiirlerini tespit etmek, eğer şairinin derlenmiş bir divanı yoksa çok zordur.”7
Latîfî, kimi zaman aynı mahlasta birden çok şairin bulunmasını, Hamdî-i Kadîm maddesinde, şöyle ifade etmektedir: “…H. amdi¯ tah˘allus. ider şa¯’ir bir nice vardur amma¯ şi’r ile meşhu¯r u ma’lu¯m olan H. amdi¯-i K. adi¯m budur…”8 Aslında kimi zaman onlarca aynı mahlası kullanan şairi (ve şiirlerini) birbirinden ayırmanın çok zor bir iş olduğunun o dönemde yaşayan ve bazı şairleri yakından tanıyan tezkireciler de farkındadır. Şairleri ayırmada en dikkatli tezkirecilerden biri olan Latîfî bu konuda şunları söylemektedir: “‘Aleélh ˘ us.u¯s. ki bunca fuz· ala¯ ve fus.ah.a¯nuŋ mek.a¯dirin ‘ıya¯n ve mera¯tibin beya¯n itmek h˘ aylice ka¯r ve bu k.adar şu’ara¯ ve büleg·a¯yı birbirinden tefri¯k. u temyi¯z itmek g·ayetde müşkil ü düşva¯rdur…”9 Nitekim daha sonra gelen biyografi yazarlarından Gelibolulu Âlî, tezkire yazarı Âşık Çelebi’yi aynı mahlastaki iki şâiri (Celîlî) birbirine karıştırmakla suçlamakta; ayrıca Latîfî’nin de Niyâzî mahlaslı şairleri anlatırken bir Niyâzî’yi fazla yazdığını söylemektedir.10
Latîfî’ye göre, şairlerin karıştırılmasında, gerçek şair olmayan, ama bir mahlası sahiplenmiş çok sayıdaki müteşairin de olumsuz etkisi olmaktadır: “Egerçi zama¯nede şa¯’ir ü müteşa¯’ir fark. olınmayup ve ehl olanlar na¯-ehlden imtiya¯z u rücha¯n bulmayup fenn-i şi’r ü ‘aru¯z· uŋ ‘ırz· ı bozılmışdur ve meyda¯n-ı suh˘ an la¯f-zen ü ya¯ve-gu¯y u düzd-i bi¯-müzdle t.olmışdur…”11 Aynı tezkireci, “Der-H. ak.k.-ı Şu’ara¯-yı Muk.allidi¯n ü K. a¯s.ıri¯n” başlığı altında da zamanede şair ve müteşairin birbirine karıştığını, nazm arsasının taklitçilerle dolduğunu ve bazı lafızların tekrar tekrar mahlas olarak kullanıldığını şöyle dile getirmektedir:
“… Zi¯ra¯ zama¯nede şa¯’ir ü müteşa¯’ir na¯-ma’lu¯m olup ‘ars.a-i naz.m muk.allid ü ehl-i tak.li¯d ile t.olmış ve elsine-i mu’teberede bir lafz. k.almamış-dur ki tekra¯r-be-tekra¯r mah˘ las. olmışdur. Buh.u¯r u k.ava¯fi¯ ve reva¯dif nedür bilmedin ve tak.ti¯-i evza¯ndan h˘ aberda¯r olmadın her Gülista¯n ok.ıyan şa¯’ir ve iki mıs.ra’a k.a¯dir olanlar mübdi’ ü ma¯hir geçinüp ve beş beyte ma¯lik olanlar ceva¯b-ı Penc-gence k.as.d idüp s.a¯h.ib-i h. amse ile hem-pençe dirilürler.
Beyt:
Şi’rüŋ Lat.i ¯fi¯ öldi işi beyti bozdılar
Nes¯ r: ‘Aceb budur ki şi’rden şi’ri bilmeyen ve s.ana¯yi’-i şi’riyyeye as.la¯ şu’u¯rı olmayan belki kendü şa¯nına müla¯yim ü müna¯sib mah.z · a¯ bir mah.las. bulamayanlar suh˘ anda¯n olmadın suh˘ anda¯nlık. k.as.dın idüp fiél-cümle kela¯m-ı mevzu¯na k.a¯dir olmag· la kendüleri zama¯nuŋ H. as.s.a¯nı ve devra¯nuŋ Selma¯nı tas.avvur iderler.”12
Yukarıda geçen “kendi şanına mülayim ve münasip bir mahlas bulmak” eski şair ve yazarlarca çok önemli, hatta şairliğin ilk şartlarından biri olarak görülmüştür13. Prof. Dr. Harun Tolasa da divan şiirinde münasip ve münferit bir mahlas almanın önemini şu şekilde ifade etmektedir:
“Bütün buraya kadar üzerinde durduğumuz hususlardan, mahlasın, o devir şairi ve şiir çevresi için basit bir mesele olmadığı, onun hem şair, hem de şiir için bir kimlik özelliği taşıdığı, başkalarıyla karıştırılmama, başkalarından ayırt edilme unsuru olduğu; eser sahipliğinin tespit edilmesinde, eserin ortadan kaybolup gitmemesinde, şairin tanınıp belirlenmesi ve kendini göstermesinde en önemli rolü oynadığı açıkça anlaşılır.”14
Bu bakımdan her istediği mahlası, hele hele meşhur bir şairin mahlasını kullanmak, her şairin haddi ve harcı değildir. Latîfî’ye göre nice şairler ortaya çıkar ki kendi şanına uygun bir mahlas bulamaz ve âcizliği ve cahilliğinden önceki şairlerin mahlasını kullanır. Kendine has bir mahlas bulmakta âciz ve yetersiz olan kişi, (şiir namına) ne icat edecek, ne ortaya koyacaktır? Hatta yazara göre bazı gerçek söz sahipleri ve âlimler, şairi mahlasından bilirler ve ne kadar kudret ve kabiliyeti olduğunu ondan çıkarırlarmış:
“… Şa¯’irler peyda¯ olur ki kendü şa¯nına müla¯yim bir mah˘ las. bulamaz ve didügi şi’rüŋ tak.t.i ¯’ ü evza¯nın bilemez. Eks¯ er kema¯l-i ‘aczinden şu’ara¯-i selef mah˘ las.ın k.ullanur muh. allid ü müteşa¯’irdür. Meşa¯hir-i şu’ara¯dan biriyle müşa¯’ u müşterek olur. Ma’lu¯mdur ki bir şa¯’ir-i meşhu¯r ile iştira¯k ih˘ tiya¯r u irtika¯b kema¯l-i ‘aczinden ve vüfu¯r-ı cehlindendür. Ma’lu¯mdur ki mah˘ las. didükleri bir ya¯-yı nisbi¯ ile bir lafz.dur. H˘ us.u¯s.-ı mah˘ las.da bir lafz. bulmak.da ‘a¯ciz ü k.a¯s.ır olanlar ol ne i¯ca¯d u ne ih˘ tira¯’ itse gerekdür. H˘ a¯s.s.a ki ba’z · ı suh˘ anda¯n u da¯na¯ şa¯’iri mah˘ las.ından bilürler ve ne k.adar k.udret ü istit.a¯’ati vardur andan istidla¯l k.ılurlar.
K. ıt.’a:
Çü şa¯’ir ola bir mah˘las.da ‘a¯ciz
Süh˘ an i¯ca¯dına k.a¯dir ola mı
Tah˘ allus. bulmasında k.a¯s.ır iken
Vera¯suz fikr ide ma’na¯ bula mı.”15
Aynı yüzyılın değerli şair, yazar ve münekkidi Gelibolulu Mustafa Âlî de Latîfî’ye benzer şekilde, şair olsun olmasın her heveskârın bir mahlas aldığını ve cehalet berzahından bu şekilde kurtulmaya çalıştığını söyler. Ayrıca tezkire yazarı Hasan Çelebi’yi bu şekilde her önüne geleni tezkiresine almakla suçlar. Hatta Âlî’ye göre Hasan Çelebi’nin mahlasına ortak yazmadığı yalnız Necâtî ile Zâtî kalmıştır:
“…Ve ba’z · ı nev-hevesler ki birer mah˘ las.a intisa¯b ve berzah˘ -ı ceha¯letden ol na¯mla mah˘ las. bulmag· ı iktita¯b eylemişlerdür. Ha¯la¯ ki mecmu¯’-ı mecmu¯’alar yok.lansa ıs.g · a¯ya k.a¯bil ve g· ayr-ı k.a¯bil birer beytleri bulunmadıg· ını şu’ara¯-yı zama¯n tah.k.i ¯k. ü beya¯n itmişlerdür. Elbetteİbnü’l-Mühenna¯ na¯mındaki Mevla¯na¯nuŋ gibiler yazmışdur. Mah˘ las.ına şeri¯k isna¯d itmedügi ancak. Neca¯ti¯ ile Z¯ a¯ti¯ k.almışdur.”16
Diğer taraftan Latîfî, şairliğin şartlarını sayarken de şair olan kimsenin meşhur bir şair ile aynı mahlasta şiir söylememesi gerektiğini belirtir. Meşhur bir şairle aynı mahlasta şiir söyleyen kişi, bir anlamda onun için bedava ırgatlık yapacak ve Şîrîn’e kavuşma ümidi olmayan Ferhâd gibi Hüsrev için boşuna kazma sallamış olacaktır. Yazara göre, insanlar onun (meşhur şairin) kötü ifadelerini buna, bunun iyilerini de ona mâl ederler. Latîfî şöyle demektedir:
“… şa¯’ir olan kimesne bir şa¯’ir-i meşhu¯r ile mah˘ las.da müşa¯’ u müşterek olmasın ih˘ tiya¯r u irtika¯b itmeye. Ol mah˘ las.-ı meşhu¯rda şi’r diye gitmeye. Meéa¯li anuŋçün müft ü mecca¯nen ırg· adlık. ve bi¯-ümi¯d vas.l-ı Şi¯ri¯n ku¯hken-i h˘ a¯ra¯-şiken gibi H˘ üsrev içün bi¯-h ˘ u¯de Ferha¯dlık.dur.
Beyt:
Her ki g· ayruŋ mah˘ las.ında cehd idüp eş’a¯r dir
Anı bil kim müft ü mecca¯n ol anuŋ ırg· a¯dıdur
Nes¯ r: Fesa¯dı budur ki anuŋ kemini buŋa isna¯d iderler bunuŋ eyüsin aŋa. Ve mah˘ las. didükleri ya¯-yı nisbi¯ ile bir lafz.dur ol bir lafz.da ‘a¯ciz olan nice şa¯’ir ola ve nice ma’na¯ bula…”17
Osmanlı şair ve yazarlarının kendilerine örnek aldıkları ünlü şair ve yazar Âlî Şîr Nevâyî de büyük bir kişinin mahlasına ortak olmanın uygun görülmediğini, tezkiresinde açıkça belirtmektedir. Nevâyî, eserinde “Zamânî” mahlaslı şairi anlatırken, onun önce Vefâyî mahlasını kullandığını, fakat daha sonra kendisinin tavsiyesiyle mahlasını Zamânî’ye çevirdiğini söylemektedir. Nevâyî iki sebepten Zamânî mahlasını tavsiye etmiştir: Birincisi, şair, Sultân Bediüzzamân Mîrzâ’nın mülazımıdır ve Zamânî mahlasının onunla münasebeti ve uyumu vardır. İkincisi, Vefâyî mahlasını kullanan Ahmed Hâcî Bey diye bir şair vardır ki onun şiiri meşhurdur ve divanı da vardır. Böyle büyük bir şairle mahlasta ortak olmak uygun değildir. Nevâyî’nin ifadeleri şu şekildedir:
“Mevlânâ Zamânî: Mevlânâ Muhammed Âmulî’nin oğlıdur kim 'İkinci Meclis'de atı mezkûr boldı. Vefâyî tahallüs kılur irdi. Fakîr iltimâsı bile 'Zamânî'ga tagayyür birdi. İki cihetdin; bir cihet bu kim, Sultân Bedî’u’zZamân Mîrzâ mülâzımı irdi. Zamânî tahallusnıng münâsebeti anga köp bar irdi. Yene bir cihet bu kim; Ahmed Hâcî Beg, Vefâyî tahallus kılur. Ve şi’ri meşhûrdur. Ve dîvânı hem bar. Münâsib irmes irdi kim, ulug kişige bî-cihet tahallusda şerîk bolgay!...”18
Tezkire yazarı Âşık Çelebi de büyük bir şairle ortak mahlas kullanmanın ne kadar kötü görüldüğünü bizzat tanık olduğu Hallâc Zâtî’nin başına gelen olayla anlatmaktadır. Şiirlerinde Zâtî mahlasını kullanan ve Fatih Camii’nde müezzin olan bu kişiden meşhur şair Zâtî aslında çok rahatsız olmaktadır. Fakat anlaşılan bir şey de yapamaz. Bir gün ünlü şair Necâtî Bey Manisa’dan Edirne’deki Sultân Bâyezîd’in huzuruna varıp orada kasidesini sunup hil’at ve câizesini aldıktan sonra geriye dönerken İstanbul’a uğrar. Revânî, Ferruhî, Mesîhî, Şem’î ve Âhî gibi dönemin şairleri bir araya gelirler. Necâtî’nin de bulunduğu mecliste şiirler okunup sohbet edilirken o arada meclise Hallâc Zâtî gelir. Necâtî gelenin kim olduğunu sorduğunda şairler de alaylı bir biçimde “Zâtî derler” diye cevap verirler. Onun meşhur Zâtî olduğunu sanan Necâtî, hemen onu över ve şiirlerinden okumasını ister. Hallâc Zâtî şiirlerinde okuyup da gerçek mahiyeti anlaşılınca, Necâtî derhal onu meclisinden kovar ve;
“bire edepsiz bu kabiliyetsizlikle Zâtî’ye karşı gelme ve onunla şiirde yarışma ne haddindir, vallahi eğer padişahın katından şimdi dönüyor olmasam, oraya gidiyor olsam padişaha kasideyle hâli arz eder ve bir mahlasta kudretli bir şair varken her küstah ve taklitçinin onun mahlasıyla şiir söylemesini yasaklattırırdım” der.
Âşık Çelebi’nin ifadesi şu şekildedir:
“Sult.a¯n Meh.emmed ca¯mi’inde bir müez¯z¯in var idi. H.alla¯c Z¯a¯ti¯ dirler idi. Ol dah˘ i Z ¯ a¯ti¯-mah˘ las. olup çenber-i şi’rde h.alla¯c geçerdi. Z¯ a¯ti¯-i merh.u¯m çizmeci olmak. tak.ri¯biyle dir idi ki ol mu¯zi¯ ben h.alla¯cum ve z¯ a¯tı mu¯zı.
Beyt:
Bunı didi bilürdi h.add-i z¯ a¯tı
Ki çenberde h.alla¯c idi Z¯ a¯ti
Z ¯ a¯ti¯-i merhu¯m andan g· a¯yet dil-gi¯r idi h.atta¯ riva¯yet iderler ki Neca¯ti¯-i merh.u¯m Mag· nisadan Sult.a¯n Mah.mu¯d a¯sita¯nından Edirnede Sult.a¯n Bâye-zîd-i merh.u¯ma risa¯lete varup k.asi¯de sunup h˘ il’at u ca¯’ize alup mu’azzez ü mükerrem dönüp Mag· nisaya giderken İstanbula ug· radı. Şu’ara¯-yı vak.t Reva¯ni¯ vü Ferruh˘ i ¯ vü Mesi¯h.i ¯ vü Şem’i¯ vü A¯ hi¯ meclisine cem’ olup eş’a¯rumuz ok.ınup s.oh.bet-i ba¯de olınurken mezbu¯r H. alla¯c Z ¯ a¯ti¯ geldi. Neca¯ti¯-i merh.u¯m kim oldug· ın s.ordı ve bunlar dah˘ ı Z ¯ a¯ti¯ dirler diyü istihza¯ t.ari¯k.iyle medh. eylediler. Gerçek s.anup ne ‘aceb Z¯ a¯ ti¯ t.ururken bir Z¯ a¯ ti¯ dah˘ ı z.uhu¯ r itmege külli¯ k.uvvet gerek diyü buyuruŋ bi’llah diyü eş’a¯rın ok.ıtdı. Keyfiyyet-i h.a¯line ve kemiyyet-i mik.da¯rına va¯k.ıf olduk.da meclisinden k.ovup bire edebsüz bu biz.a¯ ‘a ile Z¯ a¯ ti¯ye mu’a¯ raz· a ve anuŋla şi’rde mut.a¯ rah.a ne h.addüŋdür vaélla¯ hi eger pa¯ dişa¯ h a¯ sita¯ nesine şimdi gider olsam dönmiş bulunmasam k.as.i ¯de ile ‘arz· -ı h.a¯ l iderdüm bir mah˘ las.da bir şa¯ ‘ir-i k.a¯ dir var iken her güsta¯ h. u muk.allid anuŋ mah˘ las.ıyla şi’re mah˘ las. bulup mu’a¯ raz· a itmeye diyü yasag· itdürüp h.ükm-i şeri¯ f ih ˘ ra¯ c itdürürdüm didi…”19
Yine Âşık Çelebi, tezkiresinde Bâkî’yi anlattıktan sonra, Bâkî-i Diğer’den bahsederken şunları söyler: “… Bu dah˘ ı şa¯’ir geçer ve zu’mınca şi’r söyler amma¯ ol şi’rden bi¯-ga¯ne ve şi’r andan na¯şi¯dür. Ma¯-beynlerinde nisbet ancak. nisbet-i tez· a¯d ve müna¯sebet ancak mah˘ las.da ittih.a¯ddur…”20 Görüldüğü gibi burada da ünlü birinin mahlasını almaya karşı olumsuz bir bakış açısı söz konusudur.
Gelibolulu Âlî de Künhü’l-Ahbâr’ın Bursalı Firdevsî maddesinde, Firdevsî-i Tûsî’nin ruhunun adı geçen Bursalı Firdevsî ile ortak mahlası taşımaktan incindiğini belirterek, “ne olurdu her şâir liyâkatine göre mahlas seçeydi, şairler sultanının bu konudaki fermanına itiraz caiz olmayıp hususî mahlas tayini onlardan izin ile meydana geleydi” demektedir:
“Derdmend Firdevsi¯-i Tu¯si¯nüŋ ru¯h.ı mezbu¯r ile iştira¯k-i mah˘ las.dan a¯zürde ve bunuŋ eş’a¯rı ok.ınan vila¯yetden esen yil t.ok.andık.ça meza¯rınuŋ giya¯hı bile pejmürde iken tekra¯r bir tak.li¯d dah˘ ı hicv semtindeki tereddüdinden peyda¯ olmışdur. Bu kerre h.aki¯m-i z¯ i ¯-şa¯nuŋ ru¯h.ı h.aya¯t bulmak.dan bile meéyu¯s idügi hüveyda¯ olmışdur. N’olaydı her şa¯’ir liya¯- k.atine göre mah˘ las. ih ˘ tiya¯r ideydi. Bu ba¯bda sulta¯nu’ş-şu’ara¯ ferma¯nına muh˘ a¯lefet ca¯’iz olmayup ta’yi¯n-i mah˘ las.-ı eh˘ as.s. anlardan ruh˘ s.at ile z ¯ uhu¯ra geleydi.”21
Görüldüğü üzere Âlî de Latîfî gibi, her şairin kendi kabiliyetine göre ve hususî bir mahlas alması gerektiğini vurgulamaktadır. Âlî, benzer şekilde, Gubârî Abdurrahmân maddesinde de Kireççi-zâde Mahmûd diye birini, meşhur Gubârî ile aynı mahlası aldığı için utanmazlıkla suçlamaktadır:
“G . ara¯bet bundadur ki bu mak.u¯le şöhre-i ru¯zga¯r ve na¯mda¯r u da¯r u diya¯r şa¯’ir-i bülend-iştiha¯rla iştira¯k-i mah˘ las.a t.alebka¯r olan Kireççi-za¯de Mah.- mu¯d na¯m berş-h˘ ˇa¯r u sefi¯h-i bed-kirda¯ra ne diyelüm ki zu’m-ı fa¯sidince kendüyi şu’ara¯ a’da¯dında da¯h˘ il s.anup bu mak.u¯le bir na¯-merbu¯t k.ıt.’a ile h ˘ od-füru¯şlık. dah˘ i k.ılur. H. a¯la¯ ki ne ilden h.ica¯b eyler ne utanur…”22
Diğer taraftan kimi şairler, ilgili mahlasta meşhur bir şair olmasa da, “şirket-i mahlas”tan yani ortak mahlas kullanmaktan özellikle kaçınmış, hatta kimi zaman bu yüzden mahlaslarını bile değiştirmişlerdir. Nitekim divan şiirinde mahlas değiştiren şairleri konu alan bir yazıda, mahlas değiştiren 54 şairden, değiştirme sebebi bilinenler içinde, 9’unun (% 17) aynı mahlasın başka şairler tarafından kullanılması sebebiyle mahlasını değiştirdiği tespit edilmiştir. Bu yazıya göre başkalarıyla aynı mahlası kullanmamak için mahlasını değiştiren şairler şunlardır: Es’ad (Gâlib, ö.1799), Fâik (Andelîb, ö. 1903), Firdevsî (Ebu’l-Es’ad, ö. 1903), Hakkı (Fevzî, ö. 1832), Mehdî (Ahdî, ö. 1593), Resmî (Vâhid Çelebi, ö. 1682), Selman (İlâhî, ö. 1577), Vefâyî (Zamânî, XV. yüzyıl), Zeynî (Şâhî, ö. 1629).23 Ayrıca Âşık Çelebi’ye göre Sirozlu Nisârî Türkçe şiirlerdeki mahlas ortaklığından uzak durmak için bir süre sadece Farsça şiir söylemiş, Amrî de bu mahlası alarak mahlas ortaklığından kurtulmuştur.24 İlâhî de bir zaman Selmân mahlasını kullanmış, fakat sonunda bu mahlasta kesret-i şürekâdan yani ortak çokluğundan incinmiş ve Şeyh İlâhî ile aynı şehirden ve mahalleden olduğundan İlâhî mahlasını almıştır. “Selmân mah˘ lasında şerîkden kaçduŋ bunda dah˘ ı ol mah.z ¯ u¯r ba¯- k.i ¯dür” denildiğinde ise, “Şeyh˘ İla¯hi¯nüŋ h.üsniyya¯ta müte’allık. şi’ri yok.dur” diyerek kaçış yolunu bulmuştur.25 Yine Kınalı-zâde Hasan Çelebi de Şâhî’nin bazı kimselerle mahlas ortaklığından kurtulmak için mahlasını değiştirdiğini söylemektedir: “… Mah˘ las.ı Zeyni¯ iken ba’z · ı kimesne ile şirketden muh˘ allas. olmag·içün tebdi¯l-i mah˘ las. itmişdür…”26 Benzer şekilde Yâver mahlaslı Hasan Efendi de önceleri Pertev mahlasını kullanmakta iken, daha sonra Farsça dersi aldığı Vak’a-nüvîs Pertev kendisinden ayrılması için onun mahlasını Yâver’e çevirmiştir: “…İbtida¯-yı h.a¯linde mah˘ las.ı Pertev imiş. Ba’dehu¯ vak.’a-nüvi¯s olan Pertev Efendiden dak.a¯yık.-ı Fa¯rsiyye ta’allüm itmegin Pertev Efendi imtiya¯z içün Ya¯ver mah˘ las.ını virmişdir.”27
Bu bağlamda hemen hatırlanacak bir şair de Fuzûlî’dir. Fuzûlî’nin bu mahlası uzun uğraşlar sonucu ve özellikle seçtiği malûmdur. Ortak mahlas ve Fuzûlî’nin mahlas seçimi konusunda Ömer Faruk Akün şunları söylemektedir: Bir kısmı İran şairlerinden özenilerek alınmış olan bu mahlaslar, çok defa bir şairde kalmayıp başka şairler tarafından da benimsenmek suretiyle ortaklaşa bir hüviyet kazanmaktadır. Bu durum, aynı mahlası taşıyan şairlerin şiirlerinin birbirleriyle karışmasına, birininkinin diğerine mâl edilmesine yol açmıştır. Bazı şairler, mahlaslarının başkalarınınki ile karışmasından korkarak herkesin kolayca kullanmaktan çekineceği mahlaslar seçmek istemişlerdir. Bu düşünce, bunun en çarpıcı örneğini veren Fuzûlî’nin, olumsuz bir mânâ taşıyan böyle bir mahlası almasındaki sebebi anlattığı şu satırlarda bütün açıklığı ile ifadesini bulur: “Şiire başladığım zamanlar her gün bir mahlası beğeniyor, bir müddet sonra aynı mahlası kullanan bir şaire rastlayıp aldığım mahlası değiştiriyordum. Nihayet anlaşıldı ki benden evvel gelen şair dostlarım ibarelerden ziyade mahlasları kapışmışlar. Düşündüm, eğer şiirde başkaları ile müşterek bir mahlas alırsam muvaffak olamadığım takdirde bana yazık olur. Muvaffak olursam mahlas ortağıma zulmetmiş olurum. Bu benzerliği ortadan kaldırmak için “Fuzûlî” mahlasını aldım ve ortaklarımın bana zulmedip beni muztarip etmelerinden kurtulmak için mahlasımın himayesine sığındım. Bu lakap kimsenin hoşuna gitmeyeceğinden bir başkasının bana ortak çıkarak beni rahatsız etmeyeceğine karar verdim. Hakikaten de bu lakabı almakla ortaklıktan bana gelebilecek üzüntülerin kapısını kapadım ve şiirlerin karışması endişesinden kurtuldum.” (Ali Nihad Tarlan, Fuzulî’nin Farsça Divanı Tercümesi, İstanbul 1950, s. 6-7; krş. Fuzûlî, Farsça Divan, (Neşreden Hasibe Mazıoğlu), Ankara 1962, s. 10-11). Nitekim kendisinden sonra onun mahlasına heveslenenler çıkmamıştır. Fuzûlî’nin söylediği “mahlasları kapışmak” ifadesine özellikle dikkat edilmelidir. Nâbî de böyle hareket etmiş, başkalarına çekici gelmeyecek bir mahlas bulmuştur.28
Bazı Mevlevî şairleri ise “iştirak-i mahlas”tan kurtulmak için farklı bir yol denemişler; gazellerinin sonunda, kasdî olarak, Mevlânâ yahut diğer Mevlevî büyüklerinin adını anmış, onları övmüşlerdir. Şeyh Gâlib, Keçeci-zâde İzzet Molla ve Leylâ Hanım bu bağlamda en çok dikkati çeken şairlerdir. Bu şairlerden Keçeci-zâde İzzet Molla, Bahâr-ı Efkâr adlı ilk divanının dîbâcesinde bu hususu açıklamış; kendisi gibi İzzet mahlası ile şiir söyleyen eski ve çağdaşı şairlerden ayırt edilmek için her gazelinin sonunda Mevlânâ'ya da diğer Mevlevî büyüklerinden birinin adını andığını belirtmiştir. Hatta İzzet Molla, müstensihleri, maktâ beytinde Mevlânâ adı ile damgalanmamış gazelleri –kendi el yazısı ile yazılmış bile olsa– divanına almamaları konusunda uyarmıştır. Nitekim bu şairin adı geçen divanında, ikisi dışında, bütün gazellerde bu usûlün uygulandığı görülmektedir.29
Ortak Mahlas Kullanımının Sebep ve Sonuçları
Divan şiirinde müşterek mahlas kullanımı için tek bir sebep saymak doğru değildir. Öncelikle, altı yüzyıl kadar uzun bir süre devam etmesi, geniş bir coğrafyaya yayılması ve iletişim imkânlarının kısıtlı olması bu tip tekrarları kaçınılmaz kılmaktadır. Ayrıca dînî, tasavvufî, edebî bakımdan hoşa iden, güzel manalı bazı mahlasların şairlerce çok tercih edilip kullanılması da mahlas ortaklıklarına sebep olmuştur. Aşkî, Ârif, Âlî, Feyzî, Hâfız… gibi. Yine bu mahlaslardan bazılarının aynı zamanda şairin gerçek ismiyle ilgili olması da mahlas müşterekliğine zemin hazırlamıştır. Örneğin Türkçede yaygın şekilde kullanılan Abd ile başlayan isimler Abdî şeklinde yaygın bir mahlas haline gelmiştir. Ortak mahlas alma sebepleri arasında Osmanlı’da bazı mesleklerin yaygın olması ve şairlerin de bu mesleklerden hareketle mahlas alması da sayılabilir. Kâtibî, İlmî, Hadîdî, Kandî… gibi.30 Diğer taraftan halk şiirinde olduğu gibi şairin, daha önce yaşamış meşhur bir şairi taklit etmesi, onun şöhretinden yararlanma isteği, onu geçerek gölgede bırakma arzusu da bu bağlamda anılabilir.31 Nitekim Hallâc Zâtî’nin meşhur Zâtî’nin şöhretinden yararlanarak nasıl meclislere girdiği daha önce anlatılmıştı. Son olarak, Latîfî’nin dediği gibi, şâir geçinen kişinin kendine uygun ve has bir mahlas bulamayacak kadar âciz ve câhil olmasını da burada saymak gerekir.
Müşterek mahlas kullanılmasının tabiî sonucu olarak şairler, şairlerle ilgili bilgiler ve şiirler birbirine karıştırılmıştır. Nitekim Latîfî, tezkiresinde, Ahmedî-i Rûmî maddesinde bu kişinin şiirleriyle meşhur şair Ahmed Paşa’nın şiirlerinin birbirine karışma ihtimalinden bahseder ve bu durumun Ahmed Paşa’ya da sorulduğunu belirtir. Paşa ise kendinden emin bir şekilde, benim sözlerimi ona isnat ettikleri gam değil, yeter ki onun saçmalıklarını bana isnat etmesinler, der. Bu konuda Latîfî’nin ifadeleri şu şekildedir:
“H. uda¯venda¯n-ı ‘irfa¯ndan biri ol va¯li-i vila¯yet-i naz.m u inşa¯ ya’ni merh. u¯m Ah.med Paşaya didi ki mah.all-i mah˘ las.da siz dah˘ i Ah.med dirsüz ve h ˘ us.u¯s.-ı şi’rde ismiŋüz tah˘ allus. idersüz bu tak.di¯rce Gelibolılı Ah.med ile sizüŋ beynüŋüzde iştira¯k ü iltiba¯s va¯k.i olup bu iltiba¯s u iştiba¯h h˘ alk.a nev’an sebeb-i g· alat. olmaz mı ihtima¯ldür ki sizüŋ kelima¯t-ı tayyibeŋüz enfa¯s-ı şeri¯fiŋüzi aŋa isna¯d iderler didükde merh.u¯m Ah.med Paşa dah˘ i dimiş ki benüm kelima¯tum aŋa isna¯d itdükleri g· am degül hema¯n anuŋ mühmela¯tını baŋa isna¯d itmesünler diyü ceva¯b virmişler.”32
Yine Latîfî, ilk defa Hayâlî mahlasını kullanan Hayâlî Çelebi ile Hayâlî Bey’in birbirine karıştırıldığını ve bunu bilmeyenlerin Hayâlî Çelebi’nin şiirlerini Hayâlî Bey’e aitmiş gibi gösterdiklerini nakleder:
“…Bundan evvel ü akdem şu’ara¯dan biri H˘ aya¯li¯ tah˘ allus. itmedi ve H ˘ aya¯li¯ mah˘ las.ında şi’r dimedi. Bu h˘ us.u¯s.a vuk.u¯f u şu’u¯rı olmayanlar ve h.ak.i ¯k.atin bilmeyenler merk.u¯muŋ eks¯ er-i eş’a¯rın H˘ aya¯li¯ Bege isna¯d iderler ve H˘ aya¯li¯ iştiha¯rda g· a¯lib olmag· la ‘adem-i vuk.u¯fdan anuŋdur dirler. Amma¯ bu fak.i ¯r ü h.ak.i ¯r bu h.us.u¯s.ı H˘ aya¯li¯ Beg ile mezbu¯ruŋ ne mik.da¯r eş’a¯rı varsa temyi¯z ü tefri¯k eyledüm…”33
Benzer bir karışıklık, hatta belki de şiir hırsızlığı Künhü’l-Ahbâr’da da anlatılmaktadır. Âlî’ye göre, Makâlî mahlaslı ve hemşehri olan iki şair, kendi meclisinde bir araya geldiklerinde şiir kavgasına tutuşmuşlar ve hangisi bir beyit okusa diğeri benimdir diye iddia etmiş:
“Mak.a¯li¯-i S¯ a¯ni¯: Bu dah˘ ı ol Mak.a¯li¯nüŋ hemşehrisi idi. H. atta¯ ki imtiya¯zen buŋa Kör Mak.a¯li¯ dinilüp ‘ali¯l oldug· ın i¯ha¯m k.as.d olınmış idi. Bu h.ak.i ¯r meclisinde ikisi bile bir yire geldi. Her k.ang· ısı bir beyt ok.ıdı ise ol birisi benümdür da’va¯sın itdi. La¯kin S¯ ani¯nüŋ tetebbu’-ı deva¯vi¯n-i Fürs itmesi ve h.üsn-i eda¯ ile ba’z · ı ıs.g · a¯ya k.a¯bil g· azeller dimek semtine gitmesi şa¯’iriyyetine da¯l oldı…”34
Aynı mahlası kullanan şairler arasındaki çekişmelere bir örnek de Ahdî Tezkiresi’nde geçmektedir. Ahdî’ye göre, Tâbî-i Büzürg ve Tâbî-i Kûçek denilen Tâbî mahlaslı iki şair vardır. Bunlar mahlasları müşterek olduğundan daima birbirleriyle hır hır ederler, çekişirlermiş. Ahdî bu olayı ve dolayısıyla meydana gelen bir latîfeyi şöyle anlatmaktadır:
“… Cümlesinden biri bu ki kendü Büyük Ta¯bi¯ dinilmekle bilinür ve İstanbullu olan Ta¯bi¯-i Ku¯çek ki zu’mı kendüden büyük va¯k.ı’ olmış da¯éima¯ mah˘ las.ları iştira¯k üzre olmag· ın birbirleriyle h˘ ırh ˘ ır-ı da’va¯dan h.a¯li¯ degüllerdür. Bu h.a¯letde bir gün z.urafa¯nuŋ ber-güzi¯desi ve şu’ara¯nuŋ pesendi¯desi Büyük Ta¯bi¯ye Ema¯ni¯ ra¯st gelür. Müta¯yebe t.ari¯k.ıyla k.anı Küçük Ta¯ bi¯ görinmez diyü aŋa suéa¯l ider. Mezku¯r dah˘ ı h.a¯z· ır ceva¯b olup lat. i ¯fe yüzinden bu beyti ‘aleél-fevr naz.m itmiş rak.am oldı.
Beyt:
Ta¯bi¯-i Ku¯çegi görmek dileyen
Görsün işte etegüm altında.”35
Mahlastaş şairlerin ve şiirlerinin karıştırılması sık karşılaşılan bir durumdur. Mesela Safâyî Tezkiresi’nin Râsih maddesinde bunu görmek mümkündür. Bu tezkirede, Râsih mahlasını kullanan Sofyalı Yusuf adlı bir şairin biyografisi yazılmıştır. Ancak bu şairin şiirlerine örnek olarak gösterilen ünlü “üstüne” redifli gazel aslında bu Râsih’e değil, Balıkesirli ve adı Ahmed olan Râsih’e âittir.36 Nitekim Sâlim Tezkiresi’nde de bu yanlışlıktan söz edilmiş ve iki şair ve şiirleri ayrı ayrı yazılmıştır.37 Yine Safâyî Tezkiresi’nde, aslında Na’tî mahlaslı ve İstanbullu olan Mustafa Efendi’ye âit Edhem ü Hümâ mesnevîsi, Gelibolulu olan ve aynı mahlası kullanan Mehmed Efendi’ye aitmiş gibi gösterilmiştir.38
Divan şiiriyle ilgili Cumhuriyet döneminde yapılan araştırmalarda da aynı mahlası kullanan şairler ve şiirleri arasında zaman zaman karışıklıklar meydana gelmiştir. Meselâ bir akademisyen tarafından yazılan bir ansiklopedi maddesinde Lütfî mahlasını kullanan iki farklı kişi; Lütfî Mehmed Dede ve Hoca-zâde Lütfî birbirine karıştırılmış ve farklı iki kişi, tek şahıs gibi gösterilmiştir. İlgili maddede şairin babasının adı, doğum ve ölüm tarihleri olmak üzere verilen bilgilerin çoğu Hoca-zâde Lütfî’ye, şairin eserleriyle ilgili bilgiler ise Lütfî Dede’ye uymaktadır.39
Benzer şekilde Bursalı Rahmî ile Kırımlı Rahmî ve bunların eserleri de birbirine karıştırılmıştır. Bu bağlamda kimi zaman Kırımlı Rahmî Divanı’nın yazma nüshaları Bursalı Rahmî’ninmiş gibi gösterilmiştir.40 Ayrıca, aslında Kırımlı Rahmî’nin olan bir Mevlânâ medhiyesi, bazı yazar ve akademisyenler tarafından mükerrer yayınlarda Bursalı Rahmî’ye aitmiş gibi gösterilmiş ve hatta buna dayanılarak Bursalı Rahmî’nin Mevlevî olduğu sonucuna dahi varılmıştır.41 Rahmîler konusundaki yanlışlık bunlarla sınırlı kalmamış, Kırımlı Rahmî’ye ait olan bazı gazeller de Bursalı Rahmî’ninmiş gibi gösterilmiştir.42
Yine 1957 yılında yayınlanan ve ciddî araştırma ürünü olan bir kitapta, bir mecmuadan hareketle yapılan yayında Niyâzî mahlaslı bir gazel Yıldırım Bayezid devrinde yaşayan Niyâzî-i Kadîm’e atfedilmiştir. Hâlbuki bu gazel, aslında, adı geçen şairin değil; aynı mahlası kullanan, Kanûnî devrinde yaşamış, “Niyâzî-i Acem” denilen ve Çağatay lehçesiyle şiirler söyleyen Acem Monla Hâfız’ın oğlu Muhammed Şâh Çelebi’nindir.43
Görüldüğü gibi müşterek mahlas kimi zaman şairlerin eserlerinin, şiirlerinin, hayatlarının, hatta şahsiyetlerinin dahi karışmasına sebep olmaktadır. Yukarıdakilere benzer örnekleri daha da arttırmak mümkündür. Nitekim Kabûlî mahlası da kaynaklara göre, Osmanlı’da XVI. asırdan XIX. asra kadar uzanan geniş bir zaman diliminde kullanılan müşterek mahlaslardandır ve gerek şair gerek şiirleri noktasında zaman zaman karışıklıklara yol açmıştır.
Sorunu Çözmede Bazı Öneriler
Ortak mahlas kullanımı sonucu ortaya çıkan sorunları ve örnekleri belirttikten sonra, karşılaşılan güçlükleri çözmede faydalı olabilecek bazı önerileri de sıralamak istiyoruz. Diyelim ki bir mecmuada Yahya mahlaslı bir manzûmeye rastlandı. Acaba bu Yahya hangi Yahya’dır, ne zaman yaşamıştır? Ya da ilgili manzûme Yahya mahlaslı şairlerden hangisine aittir? Taşlıcalı Yahya’ya mı, Şeyhülislam Yahya’ya mı, yoksa adı sanı duyulmayan başka bir Yahya’ya mı âittir? Bize göre bu noktada ilk yapılacak iş, bu mahlası kullanan şairlerin varsa eserlerine, öncelikle de divanlarına müracaat etmektir. Bu mahlasla şiir söyleyen ve divanı bilinen şairlerin divanlarının yayınlanmışsa mutlaka tenkitli metni, bu mümkün değilse en hacimli, mürettep nüshaları dikkatli bir şekilde gözden geçirilmelidir. Kimi zaman bu divanların birden fazla nüshasına bakmak gerekebilir. İlgili manzûme divanlarda yoksa ve şairlerin başka eserleri de varsa onlara da bakılmalıdır. Manzûme, şairlerin birinin divanında yahut başka bir eserinde bulundu, başka yerde bulunamadı ise sorun kısmen çözülmüş sayılabilir. Ancak bu yöntem her zaman doğru bir sonuç vermeyebilir. Çünkü manzûme, kimi zaman birden fazla eserde bulunabilir veya tam tersi hiçbir eserde bulunmayabilir. Bu durumda başka yöntemler geliştirilmelidir. Mesela, manzûme eğer birden fazla divanda geçiyorsa, divanların telif yahut istinsah tarihlerine bakılabilir. Yine şairin kim olduğunu belirlemede manzûmenin muhtevası da araştırmacıya ipuçları verebilir, buna da dikkat etmek gerekir.44 Örneğin manzûmede, umûmî olarak kullanılmayan, çok özel bir şahıs ya da yer ismi yahut belirli bir tarih veya olay geçiyorsa bunlar da şairin kimliğini tespitte yardımcı olacaktır. Ayrıca divanların dili ve üslubu, kâğıt, cilt, filigran, yazı gibi özellikleri de dikkate alınmalıdır.
İlgili manzûmede mahlası geçen şairlerin divanları yoksa bu durumda yapılacak iş, eski Türk edebiyatının diğer önemli kaynakları olan tezkirelere ve mecmualara müracaat etmektir. Tezkirelerde şairler ve şiirleri, umûmiyetle dikkatle birbirinden ayrıldığı için ilgili tezkirelerin hepsini, dikkatle incelemek mutlaka faydalı olacaktır. Ancak bu konuda da dikkatli olmak gerekir. Çünkü, daha önce bahsedilen Râsih yahut birazdan üzerinde durulacak Kabûlî örneklerinde olduğu gibi, zaman zaman tezkirelerde de şair ve şiirlerin karıştırıldığı olmaktadır. Bu bakımdan hata ihtimalini yine de hatırda tutmak gerekir.
Bazıları üzerinde çalışılmış, ama henüz birçoğu yayınlanmamış olan şiir mecmuaları da bu konudaki önemli kaynaklardandır. Ömer bin Mezîd, Eğridirli Hacı Kemâl, Edirneli Nazmî, Pervâne Bey, Hisâlî gibi tanınan kişilerin hazırladıkları, ait olduğu dönem bilinen, istinsah tarihi belli olan, şairlerle ilgili notların yer aldığı, düzenli ve titiz hazırlanmış mecmualar, şair ve şiirleri ayırmada araştırmacıya önemli yardımcılardır. Bunlara mutlaka dikkatli bir şekilde müracaat edilmelidir.45 Ayrıca, tarihi belli olmasa da içerdiği malzeme bakımından belirli bir döneme âit olan mecmualar da dikkate alınmalıdır. Örneğin çoğunlukla, Bâkî, Fuzûlî, Hayâlî, Yahyâ Bey, Hayretî gibi XVI. yüzyılda yaşadığını kesin olarak bildiğimiz şairlerin şiirlerini içeren bir mecmuadaki tam zamanı bilinmeyen bir manzûme de büyük bir ihtimalle XVI. yüzyılda yaşamış bir şaire âittir. Bundan başka eğer mecmuada tarih yoksa; muhtevasına, cilt, kâğıt, filigran gibi yazmanın fizikî özelliklerine de bakılabilir. Örneğin XV. yüzyılda yazılmış bir mecmua ile XIX. yüzyılda yazılmış bir mecmua arasında herhalde farklar olacaktır.
Müşterek mahlas taşıyan şair ve şiirlerini ayırmada önemli bir kaynak da konuyla ilgili daha önce yapılan yayınlardır. Bu noktada ilgili kitap, tez, makale, bildiri metni, ansiklopedi maddesi gibi biyografik ve bibliyografik malzemeler de mutlaka elden geçirilmeli, ayrıca iletişim ve internetin imkânlarından da yararlanılmalıdır. Ancak bu konularda da dikkatli olunmalı ve diğerlerinde olduğu gibi bunlarda da hata payı olduğu unutulmamalıdır.
Bunlardan başka; tapu, vakıf ya da mahkeme kaydı, tereke yahut in’âmât defteri gibi çeşitli arşiv belgeleri de şairin yaşadığı devri tespit etmede yardımcı olacaktır. Bu bakımdan onlara da müracaat edilebilir.
Aynı mahlası kullanan ve karıştırılması muhtemel olan şairler arasında, yaşadıkları zaman, dil ve üslup bakımından çok büyük farklar varsa bu şairlerin ve şiirlerinin ayırımı daha kolay olacaktır. Nitekim aşağıda üzerinde durulacak olan Gedizli Kabûlî ile Şeyh Mustafa Kabûlî’de olduğu gibi. Biri XVI, diğeri XVIII. yüzyılın sonu ile XIX. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşamıştır. İlki klasik bir divan şairi iken ikincisi öncelikle mutasavvıf bir şairdir ve kullandıkları dil ve üslup da umûmiyetle buna uygun niteliktedir. Böyle olmayan, yani yaşadıkları devir, dil ve üslup bakımından yakın şairler ise bunları ayırmak bir hayli zor, hatta kimi zaman imkânsız olabilir.
“Şüphesiz birinci sınıf bir şairle böyle adı sanı duyulmamış aynı mahlası kullanan başka bir şairin şiirlerini, dil ve deyiş özelliklerini göz önünde tutarak ayırt etmek mümkündür. Ama bazen öyle bir durumla karşı karşıya kalınır ki değil onu bugün çözmek, aynı çağda yaşayan ve karışıklığa sebep olan isimleri de tanıyan dikkatli bir tarihçi bile çözemez…” 46
Bununla birlikte, araştırma sırasında çok dikkatli olmak, ayrıntıları gözden kaçırmamak ve istisnasız bütün kaynakları yüksünmeden, sabırla ve çok dikkatli bir şekilde elden geçirmek mahlastaş şairleri ve şiirlerini ayırmada muhakkak faydalı olacaktır.
Türk Edebiyatında Kabûlî Mahlaslı Şâirler47
Türk edebiyatında Kabûlî mahlasını kullanarak Türkçe şiir söyleyen sekiz şair tespit edilmiştir. Bunlardan altısı Osmanlı, biri Çağatay, biri de Azerbaycan sahasında yetişmiştir. Zaman zaman şiirleri karıştırılmış olan Kabûlî mahlaslı bu şâirler sırasıyla şunlardır48:
Mevlânâ Kabûlî (1437/38-1478). Asıl adı ve doğum yeri bilinmemektedir. Fatih devrinde İran’dan İstanbul’a gelen şâirlerdendir. Şirvan, Bakü ve Halep’te bulunmuş olan Kabûlî, Osmanlı ülkesinde önce Amasya’ya gelerek burada vali olan Şehzâde Bâyezîd’e bağlanmıştır. Daha sonra İstanbul’a geçerek Fatih Sultan Mehmed’in yakın çevresine girmeyi başaran şâir, bir süre sonra etraftaki çekemeyenler tarafından padişahtan uzaklaştırılmıştır. Her ne kadar yazdığı şiirlerle padişaha yaklaşmaya çalışmışsa da buna muvaffak olamayan Kabûlî, son bir ümitle tertip ettiği Divan’ını Fatih’e arz etmiş ve fakat umduğunu bulamamış, yokluk ve sıkıntılar içinde İstanbul’da vefat etmiştir. Bu şâirin Farsça ve Türkçe şiirlerinden oluşan ve Külliyât-ı Divan-ı Kabûlî adını taşıyan bir Divan’ı vardır. Eserin bilinen tek nüshası Süleymaniye Kütüphanesi Ayasofya Bölümü 3958 numaradadır. Tıpkıbasımı İsmail Hikmet Ertaylan tarafından bir tanıtma yazısıyla yayınlanmış olan bu Divan’da, 2 kaside ve 11 gazel olmak üzere 13 adet Türkçe manzûme bulunmaktadır.49 Bu manzûmeler önce Günay Kut, daha sonra da Hakan Taş tarafından incelemeyle çevriyazılı olarak yayımlanmıştır.50 Ertaylan tanıtma yazısının sonuna, bu Kabûlî’nin Divan’ında bulunmamakla birlikte bazı cönk ve mecmualarda rastladığını söylediği Kabûlî mahlaslı ikisi Türkçe, biri Farsça üç şiir daha ilave etmiştir. İlk beyitleri
Dil alsa gördügüŋ demde dil-a¯ra¯da kema¯l olsa
Mura¯duŋ aŋlasa ‘a¯lemde dil-da¯r ehl-i h.a¯l olsa
O neza¯ket o let.a¯fet o t.ara¯vet o s.afa¯
O z.ara¯fet o fes.a¯h.at o bela¯g· at o eda
şeklinde olan ve Ertaylan’ın haklı olarak “kayd-ı ihtiyat ile” yayınladığı bu iki Türkçe şiir, Gedizli Kabûlî’nin Divan’ında da bulunmaktadır. Bunlardan “bî-nukat” başlıklı olan birincisi, Gedizli Kabûlî Divanı’nın dört yazma nüshasında, “Murassa” denen diğer gazel ise aynı Divan’ın iki yazma nüshasında geçmektedir.51 İkinci gazel daha sonra İskender Pala tarafından, bahsedilen kayd-ı ihtiyat dikkate alınmadan, doğrudan Fatih döneminde yaşamış Kabûlî’ye atfedilerek yayınlanmıştır.52
Son zamanlarda yapılan araştırmalar sonucunda, bahsedilen Divan’dan başka, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi Hazine Kitapları Bölümü 884 numarada kayıtlı bulunan ve yine çoğunlukla Farsça şiirlerden oluşan ikinci bir Divan’ın da bu Kabûlî’ye ait olduğu anlaşılmıştır. Günay Kut tarafından tanıtılan ve içindeki Türkçe şiirler yayınlanan bu Divan’da Türkçe 3 kaside ve 6 gazel bulunmaktadır.53
Türkçeye fazla hâkim olmadığı tahmin edilen, ancak divan edebiyatının hayâl dünyasını bilen ve ortak malzemeyi mahâretle kullanan, vezne hâkim bir şâir olduğu rivayet edilen Kabûlî’nin Türkçe şiirleri oldukça azdır.54
Gedizli Kabûlî İbrâhîm Efendi (ö. 1591) XVI. yüzyılda yaşamış bir divan şairidir. Bazı kaynaklarda Ahmed olduğu söylenmekle birlikte, Divan'ının İzmir nüshasında ve Riyâzî Tezkiresi’nde açıkça belirtildiği üzere asıl adı İbrâhîm’dir. Kütahya’nın Gediz ilçesinde doğmuş ve büyümüştür. İlk tahsilini de burada yapan Kabûlî, daha sonra İstanbul’a giderek medrese eğitimi görmüş ve Nâzır-zâde diye meşhur olan müderris ve kadı Ramazan Efendi’den icazet alarak mezun olmuştur. Ardından kadılık mesleğine atılan Kabûlî’nin görev yerleri ile ilgili kaynaklarda sadece Mısır adı geçmektedir. Onun son görev yeri olan Mısır’dan daha önce, geniş Osmanlı coğrafyasının farklı yerlerinde, daha çok da doğu bölgelerinde görev yaptığı tahmin edilmektedir. Nitekim bir manzûmesinin sonunda Sivas kadısı olduğunu kendisi söylediği gibi, şiirlerinde geçen ifadelerden Kars kadısı olarak görev yaptığı da anlaşılmaktadır. Diğer kadılar gibi zaman zaman Kabûlî’nin de görevden alındığı, mazul duruma düştüğü olmuştur. Böyle sıkıntılı zamanlarının, ayrıca kadılığı sırasında yaşadığı bazı olayların izlerini Kabûlî’nin Divan’ında görmek mümkündür.
Kabûlî’nin görüştüğü ve himaye ilişkisi kurduğu devlet büyükleri arasında üç kişinin ismi öne çıkmaktadır. Bunlar; Sultan III. Murad, Özdemiroğlu Osman Paşa ve Ferhad Paşa’dır. Şair çeşitli vesilelerle bu kişilere şiirler sunmuş ve bunlardan yardım istemişse de uzun süreli ve ciddî bir himaye görmediği anlaşılmaktadır.
Kabûlî, uzun bir ömür sürdüğünü şiirlerinde kendisi söylemektedir. Bununla birlikte kaç yıl yaşadığı tam olarak belli değildir. Kaynakların rivayetine göre şair, H. 1000/M. 1591-1592 tarihinde son görev mahalli olan Mısır’dan gemiyle dönerken denizde boğularak can vermiştir.
Kabûlî kaynaklarda genel görünüşü, şekli, sureti ve sohbeti açısından zarif ve latîf, ince biri olarak tarif edilmekte, onun zevk ve safâya düşkün biri olduğu özellikle ifade edilmektedir. Sünnî ve Hanefi mezhebine bağlı bir Müslüman olan Kabûlî’nin dikkat çeken özelliklerinden biri de Hz. Ali ve yakınlarını sevmekle birlikte, Şii ve kızılbaşlara düşman olmasıdır. Kabûlî şiirlerinde zaman zaman bu hususu dile getirmiştir. Kimi zaman şiirlerinde vahdet-i vücûdu dile getirmekle birlikte, Kabûlî’nin tasavvufla alakası şüpheli ve sınırlıdır. Kabûlî’nin Divan’ında az da olsa iki tarîkatle ilgili işaretler bulunmaktadır. Bunlar Bektaşîlik ve Mevlevîlik’tir. Divan’da Mevlevîlik izleri biraz daha fazladır. Bununla birlikte, Kabûlî’nin bu tarîkatlara girdiğine dair kesin bilgi yoktur.
Kabûlî İbrahim Efendi’nin bilinen tek eseri Divan’ıdır. Yaptığımız araştırmalar neticesinde, Kabûlî Divanı’nın İzmir, İstanbul, Berlin ve Londra’da olmak üzere dört yazma nüshasının bulunduğunu tespit ettik. Bunların tam künyeleri şu şekildedir:
1. İzmir Millî Kütüphanesi, Yz. 1052.
2. British Museum Library, Yz. Or. 3291/1.
3. Staatsbibliothek Berlin, Yz. Hs. Or. Oct. 950/2.
4. İstanbul Üniversitesi Kütüphânesi,Yz. 391/6.
Bunlardan ilk ikisi tam ve mürettep nüshalardır. 3 ve 4. sırada gösterilen nüshalar ise Divan’dan seçmeler hükmünde ve eksik olan nüshalardır. Bu nüshalar içinde İzmir nüshası tarihinin eskiliği, hacmi, düzeni, güvenilir olması gibi özelikleri sebebiyle en önemli nüshadır.
Kabûlî Divanı’nın başında mensur-manzum karışık bir dîbâce bulunmaktadır. Burada Kabûlî; yer yer şiir görüşü, memleketi, tahsili, şiir macerası, Divan’ın tertip edilmesi, kişiliği ile ilgili bilgiler vermektedir. Kabûlî, Divan’ını Özdemiroğlu Osman Paşa adına tertip etmiştir. Tarafımızdan tenkitli metni hazırlanan Kabûlî Divanı’nda; 16 kaside, 1 terkîb-bend, 4 tercî-bend, 1 muaşşer, 2 müsemmen, 5 müseddes, 2 tesdîs, 1 muhammes, 13 tahmis, 3 murabba olmak üzere toplam 32 musammat, 516 gazel, 16 mesnevî, 60 kıt’a, 2 rubai, 5 tuyuğ, 286 beyit, böylece toplam 933 manzûme bulunmaktadır.
Söz ve şiir anlayışı, umûmî divan şiiri estetiği çerçevesinde olan Kabûlî, kaynaklarda, şiir ve nesrin inceliklerine vâkıf biri olarak takdim edilmektedir. Onun şiirlerinin çoğunun bilinen, alışılan tarzdan farklı bir tavırda olduğu, ancak sözlerinden bazılarının kabul derecesine ulaştığı söylenmektedir. Ayrıca birçok yazma şiir mecmuasında şiirlerinin bulunması, hatta bazılarının “Kabûlî-i Üstâd” başlığıyla yazılmış olması, Kabûlî’nin şiirlerinin sonraki dönemlerde beğenildiğini göstermektedir.
Kabûlî’nin edebî kişiliği üzerinde öncelikle Murâdî, Adlî, Necâtî, Emrî, Amrî, Makâlî ve Celâl-zâde Sâlih Çelebi’nin etkili olduğu, Kabûlî Divanı’nda bunların şiirlerinden alıntılar yapılmasından anlaşılmaktadır. Ayrıca Kabûlî, Niyâzî-i Acem’in bir gazeline nazire söylemiştir. Bunların dışında, şiirleri karşılaştırıldığında, umûmî olarak Kabûlî’nin şiirleri en fazla Nev’î, Revânî ve Hayâlî’nin şiirlerine benzemektedir. Gelibolulu Âlî, Nev’î-zâde Atâyî ve Cevrî ise Kabûlî’nin şiirlerini okuyup beğendiklerini göstermişlerdir. Bu bağlamda Âlî ve Atâyî, Kabûlî’nin birer gazelini tahmis etmiş, Cevrî de Kabûlî’nin bir beytini taklit ve tekrar yoluyla bir tercî-bent kaleme almıştır.
Kabûlî’nin aruz vezni konusunda oldukça dikkatli davrandığı, vezni genel olarak başarılı bir şekilde kullandığı söylenebilir. Ayrıca Divan’ındaki 6 manzûmede hece veznini kullanmıştır. Kabûlî, şiirde âhengi sağlamada vezin, kâfiye ve redifle birlikte tekrarlardan da yararlanmıştır.
Muhteva bakımından Kabûlî Divanı’na dikkat edildiğinde; aşk, medhiye ve yardım isteği, din ve tasavvuf, rintlik gibi konuların yanında sosyal ve tarihî unsurların bolluğu da hemen fark edilmektedir. Nitekim 1589 yılında Osmanlı’da çıkan bir isyanın ayrıntılı olarak anlatıldığı “Kaside-i Hikâye”, “Der-Medh-i Altun”, kolonya ve rüşvet konulu gazeller sosyal hayat bağlamında anılabilecek, ilginç şiirlerdendir. Bunlardan başka Divan, halk dili ve kültüründen alınma “yumuş”, “bıldır” gibi kelimelerin çokluğu, arkaik kelimelerin ve deyimlerin çok sık kullanılması, ayrıca edebî sanatlar içinde cinasa ayrı bir önem verilip bu sanatın çok sık ve başarılı şekilde kullanılmış olmasıyla da dikkati çekmektedir.55
Sirozlu Kabûlî Hakkındaki bilgi çok sınırlıdır. İlim yolunu seçmiş XVI. yüzyıl şâirlerindendir. Tezkirelerde şiirlerinin beğenildiği söylenmektedir. Kaynaklarda, Âşık Çelebi’nin Meşâirü’ş-Şuara’sından itibaren bu şâire âit olduğu söylenen dört beyit nakledilmektedir. Bu beyitler şunlardır:
Ancak tezkirelerde Sirozlu Kabûlî’ye ait gibi gösterilen bu beyitlerden ilk ikisi hemen hemen aynen, dördüncüsü ise benzer şekilde Gedizli Kabûlî’nin Divan’ında da geçmektedir.57 İlk beyitte “derd: ‘ışk.”, ikincisinde “ki: kim” “ka¯şa¯neye: ka¯şa¯neme” farkı bulunmaktadır. Yukarıdaki dördüncü beyte benzer Gedizli Kabûlî Divanı’nda şu beyit bulunmaktadır:
Dilde peyka¯nuŋa yir k.almaya mı ti¯r olıcak.
Kimse h.a¯yil mi olur iki göŋül bir olıcak
Anlaşılan mahlastaş bu iki şairin şiirleri birbirine karıştırılmış ve Gedizli Kabûlî’ye ait olan beyitler Sirozlu Kabûlî’ye âitmiş gibi gösterilmiştir. Nitekim Riyâzî Tezkiresi’nde bu durum fark edilerek Gedizli Kabûlî maddesinin yanına şu şekilde not düşülmüştür: “a’la¯ gelür” beyti K. abu¯li¯-i Gedu¯si¯nüŋdür. Kendi tertibi ile olan Divanında mast.u¯rdur. ‘A¯ şık. Çelebi Sirozi ¯ K. abu¯li¯ na¯mına yazmışdur. 'ayak. t.olar' beytinde dah˘ ı h.a¯l böyledür. H. asan Çelebi de ‘A¯ şık.a ta¯bi’ olup Sirozi¯ye yazmışdur.”58
Sirozlu ve Gedizli Kabûlî’ler konusunda Kaf-zâde Fâizî’nin tezkiresinde de bir karışıklık söz konusudur. İlgili maddenin başında hem “Gedûsî İbrahim Çelebi” hem de “Kabûlî Sirozî” yazısı vardır. Biyografide verilen bilgiler Gedizli Kabûlî’ye aittir, ardından yukarıda yazılan son iki beyit nakledilmiştir.59
Şeyh Mustafa Kabûlî (ö. 1829). İranlı ve Gedizli Kabûlî’den sonra Kabûlî mahlasıyla divanı olan üçüncü şâirdir. Edirneli olan Mustafa Efendi, tahsilini tamamladıktan sonra mahkeme kâtibi olmuş, bu görevdeyken mesleğini terk ederek Rıfâiyye tarikatine girmiştir. Şeyh İbrahim Ecel’den manevî eğitimini alan Mustafa Kabûlî Efendi, daha sonra Selimiye civarındaki evini dergâh haline getirip ömrünün sonuna kadar burada irşat faaliyetinde bulunmuştur. İnsanlara, hatta hayvanlara bile yardım etmeyi seven, insanlar tarafından da çok sevilen biri olan Şeyh Mustafa Kabûlî, vefatından sonra Edirne’de kendi ismiyle anılan dergâha defnedilmiştir. Hattatlığı da olan Mustafa Kabûlî Efendi’nin Divan’ı, tasavvufla ilgili Kenzü’l-Esrâr ve Mûsıletü’ l-Hidâye adlı risaleleri ve Müşkil-güşâ adlı Farsça bir lügatı vardır.60 Şâirin çeşitli kütüphanelerde yazma nüshaları olan Divan’ı Elif Bolat tarafından yüksek lisans tezi olarak hazırlanmış, Selami Şimşek tarafından da kitap olarak yayımlanmıştır.61 Mustafa Kabûlî’nin Divan’ında da yer yer Gedizli Kabûlî’nin şiirleri bulunmaktadır. Örneğin Ankara Millî Kütüphane A 2450 numarada bulunan yazma Divan-ı Şeyh Kabûlî Mustafa Edirnevî’de Gedizli Kabûlî’ye ait ondan fazla şiir bulunmaktadır.62 Kâfiye bakımından Divan’a uymayan ve farklı bir müstensih tarafından diğer şiirlerden ayrı bir yazı ile yazılmış bu şiirler, sanki Divan’ın boş kalan kısımlarına sonradan eklenmiş gibidir.
Divan edebiyatında mahlas aynılığından dolayı şiirlerin karışması konusuna bu Divan’dan ilginç örnekler göstermek mümkündür. Mesela, yukarıda Mevlânâ Kabûlî konusu anlatılırken bahsedilen ve hem İran’dan gelen Kabûlî’ye atfedilen hem de Gedizli Kabûlî Divanı’nda bulunan
O neza¯ket o let.a¯fet o t.ara¯vet o s.afa
diye başlayan şiir, Şeyh Mustafa Kabûlî Divanı’nda da bulunmaktadır (aynı nüsha, vr. 38a). Böylece bu şiir üç Kabûlî’ye birden mâl edilmiş olmaktadır. Ancak, Mustafa Kabûlî’nin yaşadığı tarihten çok daha eski yazmalarda (mesela Gedizli Kabûlî Divanı’nın Staatsbibliothek Berlin ve İzmir Millî Kütüphane nüshası gibi) geçmesi bu şiirin Şeyh Mustafa Kabûlî’ye ait olamayacağının kesin delilleridir. Ayrıca mutasavvıf bir şâir olan Mustafa Kabûlî’nin üslubu ile bu şiirdeki üslup da birbirinden çok farklıdır.
Bundan başka, hem Gedizli Kabûlî Divanı’nda hem de Şeyh Mustafa Kabûlî Divanı’nın birden fazla nüshasında kayıtlı olan şiirler de vardır. Mesela bu konuda
Cu¯lar gibi dil geşt-i fez · a¯ istemez oldı
şeklinde başlayan manzûme ilginç bir örnektir. Bu şiir bir taraftan Gedizli Kabûlî Divanı’nın bir nüshasında “Tahmis-i Hod” başlığıyla kayıtlı iken (Musammat 29), diğer taraftan Mustafa Kabûlî Divanı’nın dört yazma nüshasında ve “Müseddes” başlığıyla bulunmaktadır. Gedizli Kabûlî’nin 1591’de vefat ettiği, Divan’ının İzmir nüshasının da kuvvetli bir ihtimalle şâir hayattayken istinsah edildiği, buna karşılık Mustafa Kabûlî’nin 1829’da vefat ettiği, divanının en eski nüshasının (Yapı Kredi Sermet Çifter Araştırma Kütüphanesi Yz. 118) 1792 tarihli olduğu göz önüne alınırsa problem önemli ölçüde ortadan kalkmış ve şiirin Gedizli Kabûlî’ye ait olduğu anlaşılmış olur. Zaten şiirin üslubu ve muhtevası da Mustafa Kabûlî’ye değil, Gedizli Kabûlî’ye daha uygundur. Ancak şiirin Gedizli Kabûlî Divanı’nda tahmis, Mustafa Kabûlî Divanı’nda müseddes olması, ayrıca Mustafa Kabûlî Divanı’nın dört yazma nüshasında birden geçmesi biraz insanı şüpheye sevk etmektedir. Fakat Mustafa Kabûlî Divanı nüshalarının hiçbirinin müellif hattı olmaması bu noktada dikkat edilmesi gereken bir husustur. Anlaşılan bu Divan’ın en eski nüshası istinsah edilirken, muhtemelen müstensih tarafından Kabûlî mahlasını taşıdığı için ve bir mısra ilavesiyle bu şiir de Divan’a kaydedilmiş, aynı yanlış daha sonraki nüshalara da yansımıştır.63
Kabûlî Mehmed Efendi (1821-1877). Tahvil kalemi kâtiplerinden Emin Kabûlî Efendi’nin oğludur. İstanbul’da doğmuş, Kethüdâ-zâde Ârif Efendi’den ilim ve hüner tahsil etmiştir. Tercüme Odası’nda ve daha çok da hariciyede kâtip olarak çalışmıştır. Bu şâirle ilgili ayrıntılı bilgi veren Fatin Tezkiresi’nde, Mehmed Efendi’nin nazım ve nesrinin çağdaşlarından üstün olduğu ve bir hayli şiir tanzim ettiği söylenmekte ve beş beyitlik bir gazeli nakledilmektedir.64
Âşık Kabûlî (?-?). XVII. yüzyıl halk şâiri Âşık Ömer’in ve XIX. yüzyıl halk şâiri Hızrî’nin Şâir-nâme’lerinde diğer şâirlerle birlikte Kabûlî mahlası da anılmaktadır. Kabûlî mahlası Âşık Ömer’in şiirinde
Hâfız-ı Şirâzî Rûmî Fuzûlî
Anları geçince yeğdir Usûlî
Okunur dillerde nazm-ı Kabûlî
Her demde şâd ola rûh-ı revânı/Revânî
diye anılırken, Hızrî’nin eserinde
Fehîmî Fuzûlî Kabûlî el-hak
şeklinde geçmektedir.65 Bilindiği gibi Âşık Ömer gibi bazı halk edebiyatı şâirleri, klasik divan şâirlerini de okumuş ve zaman zaman onların etkisiyle divan şiiri tarzında şiirler söylemişlerdir. Bu bakımdan şiirlerde adı geçen Kabûlî’nin yukarıda bahsedilen Kabûlî’lerden biri, özellikle de pek çok mecmuada şiirlerine rastlanan Gedizli Kabûlî olması mümkündür. Ancak, incelediğimiz bazı şiir mecmualarında ve cönklerde Kabûlî, Kabûlî Baba mahlas ve başlıklarını taşıyan ve bir Bektaşî halk şairi tarafından söylendiği kanaati veren şiirlere rastlamamızdan66 her ne kadar hayatı hakkında bilgimiz olmasa da bu mahlası kullanmış halk şâiri veya şâirlerinin de olduğu anlaşılmaktadır.
Bunlardan başka, Türk edebiyatında yazılmış ilk tezkire olan Ali Şîr Nevâî’nin Mecâlisü’n-Nefâyis’inde de “Mevlânâ Kabûlî” başlığıyla üç ayrı Kabûlî anlatılmaktadır. Eserin ikinci, üçüncü ve sekizinci meclisinde bahsedilen bu şâirlerden üçüncüsünün Türkçe şiir söylediği belirtilmekte ve bir beyti örnek olarak verilmektedir.67
Ayrıca Azerbaycan sahasında yazılmış bir tezkire olan Seyyid Azîm Şirvanî’nin tezkiresinde de Kabûlî mahlaslı, Şirvanlı bir şâirden (1824/25- 1853/54) söz edilmekte ve on bentten oluşan Türkçe bir müstezadı örnek olarak verilmektedir.68
Bazı kaynaklarda, mesela TDEA’nde, XVI. yüzyılda yaşamış Kabûlî mahlaslı bir mutasavvıf şâirden bahsediliyorsa da aslında bu şâirin mahlası Kabûlî değil, Kâbilî’dir.69
Sonuç olarak şunları söylemek mümkündür: Divan şiirinde ortak mahlas kullanımı her devirde az çok sorun olmuştur. Gelenekte, müşterek mahlas konusuna, daha da önemlisi meşhur bir şairle aynı mahlası almaya hoş bakılmadığı anlaşılmaktadır. Müşterek mahlas kullanımı sonucu geçmişte ve günümüzde şairler ve şiirler karıştırılmış, hatta kimi zaman bu yüzden kavgalar bile yaşanmıştır. Şairler bazen de müşterek mahlastan kaçınmak için mahlaslarını değiştirmişlerdir. Müşterek mahlaslar; iletişim imkânlarının sınırlı olması, aynı ismi taşıma yahut aynı mesleğe mensup olma, belirli ve güzel manalı bazı mahlasların revaç bulması, rekabet, taklit ve bazı şairlerin kabiliyetsizliği gibi sebeplerle ortaya çıkmıştır. Müşterek mahlas taşıyan şair ve şiirler kimi zaman kolayca ayrılmakla birlikte, kimi zaman bu iş oldukça zor olabilmektedir. Nitekim tezkirelerde bunların örneklerini görmek mümkündür. Bu bağlamda Kabûlî mahlasını kullanan şairler de yer yer karıştırılmış ve Gedizli Kabûlî’nin şiirleri Sirozlu Kabûlî’ye ve Şeyh Mustafa Kabûlî’ye aitmiş gibi gösterilmiştir.