Giriş
Yazma eserler ya da el yazmaları kütüphanecilerin ya da yeni unvanlarıyla bilgi ve belge yöneticilerinin bibliyografik niteleme esnasında çoğu zaman zorlandıkları, matbu eserlere oranla daha fazla zaman, tecrübe, birikim ve uzmanlaşmaya gereksinim duydukları yapıtlardır. Zira yazma eserleri matbu eserlerden ayıran tek özellik onların elle üretilmiş olmaları değildir. Yazma eserlerin üretildiği dönemlerde eserin oluşturulmasındaki yoğun emek, kâğıdın pahalı bir hammadde olması, kitabın üretilme nedeni, süslemeler gibi bir dizi faktör yazma eserleri matbu eserlerden farklı ve daha değerli kılmaktadır. Elle yazılmaları ve çoğu kez süslenmeleri ise aynı başlıkta aynı müellif tarafından üretilmiş olsalar bile yazma eserlerin hem birbirinden farklı olmalarını ve bu bağlamda da aynı zamanda nadir olma özelliğini taşımalarını da beraberinde getirmiştir. Yazma eserlerin nadir olmaları elle yazılıp süslenmelerinin yanı sıra günümüze kadar ulaşabilmiş nüsha sayısının azlığından kaynaklanmaktadır. Nadir olma özelliklerine bir de üzerindeki eşsiz güzellik ve estetiğe sahip süslemeler (tezyinat) eklendiğinde yazma eserlerin, özenle korunarak gelecek kuşaklara aktarılması gerekli kültür hazineleri arasında yerini almış olması son derece doğaldır. Bu çalışmada özellikle Osmanlı dönemi yazma eserlerinin korunmasına da dolaylı olarak işaret eden, esere maddi ve manevi değer katan özelliklerin belirtildiği ya da onların farklı işlemlere tabi tutulması konusunda uyarıların yer aldığı fiziksel niteleme ya da tanımlama işleminde dikkat edilmesi gereken noktalara değinilecektir. Fiziksel nitelemede verilen bilgiler matbu eserlerin aksine yazma eserlerde eserin gerçek değerini ortaya koymada önemli bir yer tutmaktadır. Yazma eserlerin fiziksel nitelemesini tam ve doğru olarak yapabilmek için yazma eser terminolojisine bağlı kalarak eserin taşıdığı özellikleri bu terminoloji çerçevesinde tanımlayabilmek gerekmektedir. Bu da yazma eserlerin fiziksel özelliklerinin bilgi ve belge yöneticileri tarafından kolaylıkla fark edilebilmesi ve fark edilen bu özellikleri ortak terimler aracılığıyla katalog kayıtlarına aktarabilme yetisini zorunlu kılmaktadır.
Günay Kut’un da belirttiği gibi;
“Osmanlı dönemi yazma eserlerinden Türkçe olanlar tarih olarak 600 yıl geriye götürülebilir. Bu geriye gidiş Arapça ve Farsça eserler için İslamiyet’in ilk dönemlerine kadar uzanmaktadır. Yazma eser kataloglarının belli başlı amacı bir koleksiyonda veya bir kütüphanede mevcut olan eserlerin kullanımını teşvik etmek ve böylece onları koruyarak araştırıcıların hizmetine sunmaktır. Yazma eserin her yönü ile tavsifi ve tanımlanması uzmanlık işidir. Son zamanlarda Batının bu uzmanlık dalına codicology dediği, bu işi yapan kişileri de codicolog olarak adlandırdığını biliyoruz. Türkçesi ile yazma-bilim ve bu konunun uzmanına yazma-bilimci diyebileceğimiz bu bilim dalı gerçekten de oldukça geniş bir bilgi birikimi gerektirir. Diğer ülkelere göre Türkiye’deki yazma eserler sayı bakımından çokluğu yanı sıra nitelik açısından da yadsınamayacak derecededir. Minyatürlü eserler, tezhipli eserler, müellif hattıyla olanlar, ünlü hattatların elinden çıkanlar, dünyada sadece bizde olanlar, çok eski dönemlere ait olanlar gibi sınıflayabileceğimiz bu yazma eserlerimizi öncelikle kendi bilim adamlarımıza, genç araştırıcılara ve dolayısıyla dünya literatürüne tanıtmamız öncelikle yapılması gereken bir iş olmalıdır” (1999: 78-82).
Konuyu bu bağlamda ele alacak olursak ülkemiz çok sayıda ve nitelikli el yazması esere sahip olduğu halde bu eserlerin tüm yönleriyle kataloglanıp gerçek değerlerinin yansıtıldığı fiziksel nitelemelerinin yapılabildiğini söylemek mümkün değildir. Bu çalışmada belirtilecek olan fiziksel niteleme codicology’nin temelini oluşturmaktadır. Zira codicology yazma eserlerin fiziksel özelliklerinden faydalanarak onları tanımlayabilmeyi amaçlayan bir bilim dalıdır. Bilgi ve belge yöneticilerinin yazma eserlerin bibliyografik denetiminde uzman olarak çalışabilmeleri için söz konusu bilim dalına ilişkin yeterli bilgi ve tecrübeye sahip olmaları gerekir.
1. Fiziksel Niteleme Alanları
Yazma eserler içeriklerinin yanı sıra fiziksel özellikleriyle matbu eserlerden çok daha farklı bir noktada değerlendirilir. Zira birçoğu döneminin kitap sanatına ilişkin özgün değerler taşımaktadır. Bayraktar’a göre
“basma eserlerden çok farklı olan yazmaların tasnif ve kataloglanmasında çeşitli güçlüklerle karşılaşılmaktadır. Bunlardan birincisi kütüphanelerimizdeki yazmalardan çoğunun devrin ilim dili olan Arapça, bir kısmının da edebiyat dili olan Farsça yazılmış olmasıdır. Diğer bir güçlük de, kitabın bibliyografik künyesinin tespitinin basma eserlerdekine nazaran çok farklı bir çalışmayı gerektirecek şekilde olmasıdır ve nihayet kataloglanmasındaki değişik usuller kütüphanecilik yönünden özel bilgi ve ihtisası gerektirmesidir”(1974: 101).
AAKK 2’ (Anglo-Amerikan Kataloglama Kuralları 2)’ye göre yazma eserlerde fiziksel niteleme alanları:
a) Yaptın Uzunluğu (Örn. Sayfa, cilt, slayt, harita vb. sayısı)
b) Başka Fiziksel Ayrıntılar (örn. Resim, harita vb.)
c) Boyutlar (boy, boy-en, çap vb.)
d) Birlikteki Belgeler (Keseroğlu 2006: 74)
olarak belirtilmiştir. Ayrıca fiziksel nitelemede bilginin ana kaynağı herhangi bir kaynaktır. Kataloglamanın amacına göre ikinci düzey niteleme seçilebilir. Bu kurallar isteğe bağlı eklemeleri içerir. İkinci düzey niteleme işlemi, kataloglanacak belgedeki gerekli bütün bilgileri içermeyi amaçlar (Keseroğlu 2006: 323-324). Bu bağlamda yazma eserleri kataloglayacak uzman yalnızca kitaptaki unsurlarla yetinmemeli, fiziksel özellikler hakkında ayrıntılı bilgiler edinebileceği danışma kaynaklarını da kullanmayı çok iyi bilmelidir.
Yazma eserleri matbu eserlerden farklı kılan fiziksel özellikler ya da katalog kaydında yazma eserin fiziksel tanımlanmasında detaylı bilgileri verilmesi gereken bölümler 10 başlık altında toplanabilir:
1. Cilt özelliği
2. Tezhip /Tezyinat
3. Minyatür özellikleri
4. Kâğıt boyutu ve yazı alanı
5. Kâğıt türü, rengi ve filigran bilgisi
6. Sayfa, satır ve/veya sütun sayısı (düzeni)
7. Yazı türü
8. Mürekkep rengi ve özellikleri
9. Rakabe/Derkenar/Şukka
10. Kitabın fiziki durumu (kondisyonu)
1.1. Cilt Özelliği: Cilt; bir kitap, mecmua veya bir defterin yaprak ve formalarını dağılmaktan korumak ve sırasıyla bir arada topluca bulundurmak için, üzeri deri, kâğıt, plâstik ve bez gibi şeylerle kaplı mukavvadan yapılan kapak anlamına gelmektedir. Ayrıca bir eserin kitap halinde basılan ve bir sayı ile birlikte söylenen kısımlarından her birine de cilt denir. Ciltçilik ise elle yazılmış veya basılmış bir eserin sayfalarını bir araya toplayıp son biçimini vermek, kitabı hem süsleyecek, hem dış etkilerden koruyacak sert veya yumuşak bir kapak geçirmek için uygulanan işlemlerin tümünü kapsayan sanat dalıdır. Bu sanatla uğraşanlara mücellid adı verilir.
Yazma eserlerimizde cilt özelliği en çok dikkat çeken ve yazma eserin maddi değerine doğrudan etki edebilecek fiziksel özelliktir. Cilt konusunda tanımlayıcı bilgiler verilirken yazma eser uzmanının bu konudaki deneyimi ve ayrıntıya inebilecek düzeydeki bilgi birikimi (özellikle terminoloji bilgisi) bu alanın niteleyici tanımında belirleyici faktör olarak ön plana çıkar. Katalog kayıtlarında cilt özelliğine ilişkin aşağıdaki belirteçler yazma eser terminolojisi çerçevesinde ortaya koyulup eserin cildine ilişkin tanımlayıcı ifadelerin katalog kaydına yansıtılması gerekir. Bu belirteçler şunlardır:
- Cilt sayısı (Eserin kaç ciltten oluştuğu, ya da eserin kaçıncı cilt olduğu bilgisi: Mecmua tarzındaki yazma eserler birkaç ciltten oluşabilir. İncelenen eserin sonradan ciltlenebildiği olasılığını dikkate alarak içeriğini, başlangıç ve sonuç kısımlarını tespit etmeli başka eserlerle birleştirilip birleştirilmediğinden emin olmalıyız. Eserin “tam”lığının belirtilmesi açısından önemli bir alandır),
- Cildin yapıldığı malzeme / malzemelerin türü ( Deri, kumaş, mukavva, lake vb.),
- Cildin bölümleri ve bu bölümler üzerindeki süslemeler hakkında bilgi (Miklep, sertab, şemse, köşebent, salbek, bordür, zencirek özellikleri ile süsleme üslup ya da tarzları),
- Cildin rengi ya da renkleri (Ciltte hakim olan renk ya da renklerin belirtilmesi),
- Cildin fiziksel kondisyonu (Cildin solmuş ya da yıpranmış bölümleri ya da sağlam olduğu bilgisinin verilmesi),
- Cildin yapım tarihine ait tahmini bilgi (Cildin ait olabileceği dönem ya da yüzyıl)
Yukarıda belirtilen alt alan bilgilerinin tam ve doğru olarak kaydedilebilmesi yazma eser türleri ve süsleme unsurlarının zenginliği göz önüne alındığında oldukça zor bir iştir. Bu alanların kaydedilmesi söz konusu nedenle birçok katalog kaydında ya önemsenmediği için ya da katalog kaydını yapan kişinin bilgisizliğinden dolayı eksik bırakılmıştır. Eğer incelenen yazma eser sözgelimi Osmanlı dönemine ait bir kitap ise kataloglama esnasında cilt özelliği hakkında yeterli tespitler yapılabilmesi için Osmanlı dönemi cilt sanatının hangi dönemde başlayıp nasıl bir gelişim gösterdiği konusunda en azından ciltlerin hangi malzemeden yapıldığı, hangi süsleme unsurlarının yer aldığı, hangi renklerin kullanıldığı ve bunların yüzyıllar arasında geçiş ve gelişimleri hakkında en azından (genel olarak) aşağıdaki bilgilere sahip olunması ya da ulaşılabilmesi gereklidir:
Osmanlı devletinde ustaca yapılmış ciltlere ilk kez Sultan II. Murat döneminde (1421-1451) rastlanır. Osmanlıların diğer bütün sanatlarda olduğu gibi cilt sanatında da yeni bir üslub sahibi oldukları ve bunu da XV. yüzyılda Fatih Sultan Mehmet döneminde gerçekleştirdikleri görülmektedir. Osmanlılardaki cilt sanatı, Fatih için hazırlanmış kitaplarla gelişmeye başlar ve süsleme motiflerinde önceki dönemlere ve diğer Müslüman ülkelere göre yenilikler meydana getirilir (Başbakanlık … 1997: 197).
Kitap sanatının koruyuculuğunu babasından devralan Fatih Sultan Mehmet döneminde (1451-1481) Türk ciltçiliği kendine özgü bir karakter kazanmaya başlamıştır. İslam ciltçiliğinde rugani1 teknikte bilinen ilk örnek de bu döneme aittir (Tanındı 1997: 348). Fatih Sultan Mehmet zamanından kalma ciltlerde Anadolu Selçuklu etkisi açıkça görülür. Ancak Fatih’in özel kütüphanesi için yazılan kitaplar hattıyla, tezhibiyle, cildiyle, hatta kâğıdıyla Türk kitap sanatında o döneme damgasını vuran başlı başına bir üslup oluşturarak yeni bir sanat çığırı açmışlardır. Fatih döneminin ciltleri Timurlular, Karakoyunlular, Akkoyunlular ve Memluklar’ın son dönemlerinde yapılanlarla benzerlik gösterse de üslupları farklıdır. Fatih döneminde Saray Cilthanesi'nde yapılmış olan ciltler, klasik Türk cilt sanatının özgün bir karaktere ulaştığını göstermektedir. Bu döneme ait ciltlerde, hatayi, rumi, bulut motiflerinin kullanıldığını görmekteyiz. Ciltlerin altınla süslendiği gibi, katı tekniği2 ile derinin oyularak, farklı renkteki zemin üzerine yapıştırıldığı da görülmektedir. Bazı ciltler ise içlerine ebru veya renkli kâğıt da yapıştırılarak süslenmiştir. Fatih Saray Nakışhanesi’nde yapılmış olan ciltlerde çoğunlukla siyah deri kullanılmıştır. Şemseler dilimli, mekik biçiminde ve salbek3 lidir. Dilimli yuvarlak şemseli olanlar da vardır. Bütün kapağı hatayi desenli olanlara da rastlanır. Şemse, salbek ve köşebentler yekparedir, deri ve altındaki murakka oyulmamıştır. Bu yüzden desenlerin kabartma yüksekliği çok azdır. Buna rağmen motifler açıkça seçilmektedir. Bazılarında desenlerin kenarına altın yaldızla tahrir4 de çekilmiştir. İç kapak bordo veya açık kahverengi deri kaplı olup, altın yaldızlı zeminde müşebbek (katı’) şemse5 ve köşebent süslemelidir. Bu süsleme bazı ciltlerde Sertab6 ve mikleb içinde de yer almıştır. İç kapaktaki katı’ süsler İran ciltlerinde çok ince ve çok renkli, Fatih dönemi ciltlerinde ise genellikle daha kalın ve en çok iki renklidir. Kütüphane koleksiyonlarında pek çok örneği bulunan Fatih dönemi ciltleri, sağlamlık, zarafet ve güzelliği ile dikkati çeker. Bu dönemde kahverenginin çeşitli tonlarındaki derilerin yanında kırmızı, vişneçürüğü, mavi, mor, nefti, zeytuni, tahin ve siyah deriler de kullanılmıştır; bunların bazılarına özellikle iç kapaklarda rastlanır. Ciltleri çoğunlukla üçlü yaprak (seberg), gonca, ıtır yaprağı, tepelik, penç, hatayi, ortabağ (agraf), tığ, nilüfer, gül ve rumi geçmeler süsler. Manzara, girift tezyinat ve canlı motifleri pek bulunmaz. XV. yüzyılda deriden başka lake ve kumaş ciltler de yapılmıştır. XV. yüzyıl, Türk ciltçiliği için bir yükselme çağıdır.
II. Bayezid döneminde klasik deri ciltler yanında, çaharkuş7 kumaş ciltler de çok görülür. Kullanılan kumaşlar, cilt için özel olarak dokunmamıştır. Cildin yapıldığı yıllarda İstanbul, Bursa gibi şehirlerde dokunmuş olan veya Çin’den, Şam’dan getirtilmiş kumaşların parçaları cilt üzerinde kullanılmıştır. Cilt kapaklarının etrafı deri ile çevrilip, ortası, iki renkli küçük kareli veya çubuklu (iki renk yollu) ipek kumaşla kaplanmıştır. Bu ciltlerin bazılarının iç kapakları, Fatih Saray Nakışhanesi ciltleri tarzında, müşebbek şemse süslemelidir.
XVI. yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu'nun her sahada olduğu gibi cilt sanatının da muhteşem çağı olmuş ve bu yönden de klasik dönem adını almıştır. Ciltteki bu gelişme biraz da XVI. yüzyılın başlarından itibaren her renk deriyi üretebilen Osmanlı dericiliğinin gelişmesine bağlıdır. Belirli üslupların doğduğu bu dönemde tezyinat İran ciltlerinin aksine bütün sathı kaplamaz. Alttan veya üstten ayırma şemselerle8 cilde sade bir güzellik verilmiştir. Bu yüzyılda şemseler sadece ovaldir. XV. yüzyıl ciltlerinde olduğu gibi kabartma şemse ile köşebentlerin arası çoğunlukla boş bırakıldığı halde bazen bunların aralarının kabartma veya halkari9 tarzında motiflerle doldurulduğu mülemma şemseler110 de yapılmıştır. Bu dönemde meydana getirilen deri görünümlü kumaş ve kumaş görünümlü deri cilt kapakları özellikle dikkat çekicidir. Kapak içleri XV. yüzyıl geleneğini devam ettirir. Bu dönemde bordürler daha genişlemiş ve içlerine yuvarlak veya oval kartuşlar11 konulmuştur. Süslemelerde XV. yüzyıl motifleri de kullanılmakla birlikte daha çok klasik devrin bütün sanat kollarına hâkim olan stilize narçiçeği, altılı çiçek, çintemani (Çin Bulutu)-bulut ve bilhassa tırtıllı yaprak görülür (Türk İslam Sanatları Forumu 2006).
Şemseler ise mekik biçimli ve salbeklidir. Köşebent, çevre suyu, zencirek112 ve cedvel113 gibi bütün unsurlar cilt üzerinde yerini almıştır. Cilt üzerindeki şemse ve diğer bezemeler bu yüzyılda daha çok parçalı olarak hazırlanmış, bu parçalı şemse, salbek ve köşebentler, alttan ve üstten ayırma motiflerle süslenmiştir. Klasik Türk ciltlerinde şemse ile köşebentlerin arasındaki kısım genellikle boş bırakılmış, az sayıda ciltte bu kısım süslenmiştir. Bu yüzyılda iç kapak süslemeleri de zenginleşmiştir. XV. yüzyılın katı’a süslemeleri, biraz incelenerek ve motif zemininde altın yanı sıra renkli deri de kullanılarak, XVI. yüzyılda da devam ederken; bazı ciltlerde dış kapaktaki bütün süslemeler iç kapakta da aynen uygulanmış, ama iç kapak için farklı renkte bir deri seçilmiştir (Özen 1998: 17-18).
Yazma eserlerde XVI. yüzyılda kullanılan malzeme sahtiyan (keçi derisi) ve meşindir (koyun derisi). Ceylan ve deve derileri de kullanılmakla beraber, en çok sahtiyan tercih edilmiştir. Renk olarak siyah ve kahverenginin çeşitli tonları yanında, kırmızı, vişne, yeşil, mavi ve mor kullanılmıştır. İlk örnekleri XV. yüzyılda görülen mukavva üstüne kumaş kaplı ciltler, XVI. yüzyılda daha da güzelleşmiştir. Kırmızı atlas kumaş mukavvaya kaplanmadan önce deri ciltlerin motifleri ile işlenirdi. Zerduzi14 denilen bu kaplarda motifler cilt ustası tarafından çizilirdi (Aslanapa 1982: 15).
XVI. yüzyılın ilk yarısında kitap kaplarına gömme şemse ve köşebentli deri ciltler, şemse ve köşebentli rugani ciltlerle, geçmişin geleneksel bezemelerine yeni yorumlar getirildiği gibi, yepyeni birçok unsur da oluşturulmuştur. Gömme şemse15 ve köşebentli deri ciltlerle şemse, köşebent içlerine kalıpla yapılan iki grup bezemelerle Türk cildine özgü bir karakter ortaya çıkar. Bunlardan biri oval, dilimli şemse ve köşebent içinde bir yaprak kümesi veya saptan çıkan birkaç ince dal, şemse içinde dağılarak kıvrılır ve kıvrılarak döner. Bu dallar üzerinde hançeri yapraklar ve çeşitli biçimlerde hatayiler sıralanır. Salbek içine iri bir hatayi yerleştirilir. Saz üslubu olarak tanımlanan bu bezeme, daha küçük ölçüde miklebin şemse ve köşebentlerinde tekrarlanır. Kimi örneklerde şemse içini dolduran dal ve hançeri yapraklar, hatayiler çoğalmış, hatayilerin ortasını delerek fırlayan hançeri yaprağın bir kenarında hatayi buketleri oluşturularak bezeme zenginleştirilmiştir. Cildin enli bordürüne kalıpla yapılan bezemeler de şemse ve köşebentlerin tekrarıdır. Şemse, köşebent, bordür zemini veya tüm bezemeler altın yaldızla boyanmıştır (Tanındı 1993: 425).
XVII. yüzyılda kitap ölçüleri oldukça büyüktür. Ciltlerin iç ve dış kapaklarının içleri, kademeli saz üslubunda bezendiği ve yaldızlanmış şemse ve köşebentli tasarlandığı, enli gömme bordürün bulut, iri rumi ve dallar, hatayilerle süslendiği görülmektedir. Bazı deri dış kapakların bir çini pano izlenimi uyandıracak biçimde sıvama saz üslubunda fırçayla bezenmesi ve bezemelerin altın yaldıza boyanması döneminde mücellidlerinin cilt tasarımlarındaki yenilikleridir (Tanındı 1993: 428).
XVII. yüzyıla gelindiğinde tümüyle altın varakla kaplanan ve üzeri kıymetli taşlarla süslenen ciltler dikkati çekmektedir. Bu devirde de ciltlerin içlerine oyma tekniği ile bezemeler yapılmıştır. Ciltler üzerinde farklı tekniklerde süslemeler görülür. XVII. yüzyıldan sonra, deri üzerine işleme, ciltlerin süslenmesinde yaygınlıkla kullanılmıştır. Sim ve renkli ipliklerle yapılan işlemelerde, natüralist çiçek motifleri görülür. Geç tarihlerde ise kumaş üzerine işleme ciltler görülür. XVII. yüzyılda Osmanlı devletinde başlayan çöküntü sanat hayatında da kendisini hissettirmeğe başlamış ve cilt sanatı da bundan etkilenmiştir. Bu yüzyılda cilt yapım tekniğinde bir değişiklik yoktur. Ancak kompozisyonda ve süsleme motiflerinin işçiliğinde bariz bir gerileme göze çarpar. Genellikle köşebent ve bordür tezyinatı kalkmış, bunların yerine yan ve tepeleri çıkıntılı dikdörtgene benzer büyük şemseler tek başına süsleme olarak kullanılmıştır. Bazı ciltlerde oval şemse, çok olmamakla beraber, yine yapılmaya devam etmiş, fakat biraz şekil bozukluğu göstermiştir. Dış kenar bordürü olarak kalın altın zencirek çekilmiştir. Klasik kompozisyonu muhafaza edenlerde de salbekler fazla büyüyerek XVI. yüzyıldaki zarafeti kaybettiği ileri sürülebilirse de az da olsa bu yüzyıla ait çok güzel cilt örneklerinin varlığını da kabul etmek gerekir (Çığ 1973: 18).
Klasik kaplar XVIII. yüzyılda da yapılmaya devam etmiş, ancak III. Ahmet ve Damat İbrahim Paşa’nın teşvikiyle bir canlanma olmuş ve ciltçilik altın bir çağ daha yaşamıştır. Kanuni dönemi ciltlerinden hiçbir şekilde aşağı kalmayan XVIII. yüzyıl klasik ciltlerinin yanı sıra lake kaplar da yaygınlaşmıştır. XVIII. yüzyıl ciltleri arasına klasik kaplardan başka 4 yeni çeşit daha katılmıştır:
1. Realist Motifli Ciltler; a) Motifler deri üstüne sırma ile işlenmiştir. b) Klasik kompozisyon korunmuş, fakat motifler doğallaştırılmıştır.
2. Yekşah diye adlandırılan ve yaldız sürülmüş derinin zeminine damga basarak süslenmiş ciltler. Motifler klasik ve stilize ancak teknik yenidir.
3. Yüzyılın ikinci yarısından sonra, Avrupa Rokoko tarzıyla yapılmış ciltler.
4. Lake ciltler, bunları yapanlar anı zamanda müzehhip ve ressam olduklarından güzel eserler üretmişlerdir (Mutlu, 1966: 54).
XVIII. yüzyılda şemseli cilt sayısı oldukça azalmış, zilbahar16 (kafes) ciltler yaygınlaşmıştır. XVIII. yüzyıl kapak tezyinatında genellikle çiçek motifleri (Şukufe üslubu) hâkim olmuştur. Lake (rugan) ve realist motifli ciltlerle, yekşah17 ciltler yaygınlaşmıştır. Önceleri kullanılan klasik motiflere ek olarak gül, karanfil, yabangülü, lale, narçiçeği, haşhaş, nilüfer, sümbül çiçeklerinden oluşan motiflerin bazen serpiştirme bazen buket, bazen de tekil, çiftli, üçlü bordürler içinde ince bir zevkle pek sanatkârane bir şekilde resmedildiği görülmekteydi. Bu dönem ciltlerinin diğer özellikleri olarak, deri üzerine sırma işleme ile haklar tezyinatın kullanılması ve sanatkârların cilt kapağı üzerinde imzalarının bulunması belirtilebilir. Dönemin en belirgin karakteri, kapak kompozisyonlarının deforme olmuş şemse, köşebent ve bordürler, kartuşlar ve buketler halinde rengârenk çiçeklerle tezyin edilmesiydi (Özdeniz 1981: 15-16).
XVIII. yüzyılda şemseli cilt sayısı oldukça azalmış, zilbahar16 (kafes) ciltler yaygınlaşmıştır. XVIII. yüzyıl kapak tezyinatında genellikle çiçek motifleri (Şukufe üslubu) hâkim olmuştur. Lake (rugan) ve realist motifli ciltlerle, yekşah17 ciltler yaygınlaşmıştır. Önceleri kullanılan klasik motiflere ek olarak gül, karanfil, yabangülü, lale, narçiçeği, haşhaş, nilüfer, sümbül çiçeklerinden oluşan motiflerin bazen serpiştirme bazen buket, bazen de tekil, çiftli, üçlü bordürler içinde ince bir zevkle pek sanatkârane bir şekilde resmedildiği görülmekteydi. Bu dönem ciltlerinin diğer özellikleri olarak, deri üzerine sırma işleme ile haklar tezyinatın kullanılması ve sanatkârların cilt kapağı üzerinde imzalarının bulunması belirtilebilir. Dönemin en belirgin karakteri, kapak kompozisyonlarının deforme olmuş şemse, köşebent ve bordürler, kartuşlar ve buketler halinde rengârenk çiçeklerle tezyin edilmesiydi (Özdeniz 1981: 15-16).
Bu dönemde klasik şemseli ciltlerin çok güzel örnekleri yapılmıştır. Dış ve iç kapak süslemeleri artmış, her renk deri ve daha bol altın kullanılmıştır. Avrupa’nın barok-rokoko etkisi, XVIII. yüzyıldan başlamak üzere tezhip sanatında olduğu kadar, cilt sanatımızda da hissedilmiştir. Şemse ve köşebentler realist çiçek ve yapraklarla süslenmiştir (Özen 1998: 19). Bu yüzyılın ortalarında, ortası şişkin, dar uzun şemse biçimleri yaygınlaşır. Şemseler içine aletle sarmal Rumiler ve noktalar, fırçayla içi çiçeklerle dolup taşan vazo motifleri yapılmıştır. Dönemin sonlarında bazı ciltlerin dış ve iç kapakları alet ve fırçayla yapılmış, altınla yaldızlanmış sıvama baklava biçimleriyle bezenirken, kimi ciltlerde dış kapağa kumaş kaplanmış, iç kapaklarına buketler yapılmıştır (Tanındı 1999: 107).
XIX. yüzyılda klasik tarz deri kapak yapımı çok iyi olmayan örneklerle devam ederken XVIII. yüzyılın yekşah ve barok-rokoko ciltleri daha fazla rağbet görmüştür. Bu yeni usullerin klasik üslupla aralarındaki bağı tamamen kopardığı son devir Türk ciltleri için herhangi bir üslup ve ekolden söz etmek mümkün değildir. Cilt kapaklarındaki süslemeler bazen eski Türk motifleriyle yapılmış, çoğunlukla da Alman ve Fransız ciltlerinin etkisinde kalınmıştır. Bu son dönemde çok defa büyük preslerle modern aletler kullanılarak yapılan ciltlerde şu çeşitler görülmektedir: Deri aplike, deri rölyef, lake, yarım deri-cilt bezi, yarım deri-ebrulu veya batikli, suni deri, kağıt kaplı ciltler (Ciltçilik 2002: 551-552).
XIX. yüzyılda şemseli cilt sayısı azalmış, zilbahar (kafes) ciltler yaygınlaşmıştır. Ayrıca basılı eserlerin çoğalmasıyla, Batı tarzı deri ciltler yanında Yıldız cildi denilen, bir yüzüne altın yaldızla Osmanlı sanat arması, diğerine ay yıldız basılı deri, atlas ve kadife ciltler yapılmıştır. Ancak bunların sanat kalitesi oldukça düşüktür. XIX. ve XX. yüzyıllarda klasik Osmanlı ciltleri az da olsa yapılmışsa da zaman içerisinde bu güzel ciltlerle olan bağlantı kopmuştur (Balkanal 2002:343).
Yazma eserin cildi hakkında verilecek bilgiler yazma eserin maddi değerini doğrudan etkiler. Kuşkusuz cilt özelliği konusunda doğru tespit ve değerlendirmelerin katalog kaydında belirtilmesi yazma eser uzmanının tecrübesiyle de doğru orantılıdır. Zira incelediğimiz eser ile cildinin birbirine ait olup olmadığı zaman zaman tartışma konusu olabilmektedir.
1.2. Tezhip/Tezyinat: Yazma eserlerde tezhip kitabın hemen her bölümünde görülebileceği gibi en sık görülen bölümler aşağıdaki gibi sıralanabilir.
- Hatime Tezhibi
- Sayfa Kenarı Tezhibi
- Boş Sayfa Tezhibi
- Ara Başlık ve Koltuk Tezhibi18
- Bordür, Ulama, Zencirek, Kenarsuyu
- Gül Tezhibi
- Durak (Vakfe) / Sure başları Tezhibi
- Vakfiye Tezhibi
- Serlevha Tezhibi
- Fihrist Tezhibi
- Zahriye Tezhibi
Tezhip Arapça altınlama anlamına gelir ancak zamanla boya altın karışımı ya da yalnızca boya ile yapılan süslemeler de tezhip olarak adlandırılmıştır. Yazma eser üzerindeki tezhip yazma eserin maddi ve manevi değeri hakkında önemli veriler sunarken, diğer taraftan kitabın ait olduğu medeniyet ve tarih hakkında da tahminde bulunulmasına yardımcı olabilmektedir. Yüzyıllar boyunca farklı sanatçıların ve ekollerin ürünü olarak zarif kitap süsleme sanatlarının birbirinden güzel örneklerinin Osmanlı dönemi yazma eselerine yansıtılmıştır.
Yazma eserlerin “albenisi” olarak ifade edebileceğimiz tezhip, özellikle İslamiyet ile paralel gelişen ve yazma esere paha biçilmez değer katabilecek örneklerine rastlayabildiğimiz fiziksel özellikler arasında sayılmaktadır. Yüzyıllar boyunca güzelliğini ve etkileme gücünü koruyabilmiş tezhipli cilt ya da iç süslemeler yazma eserlerin fiziksel nitelemesinde belki de en hassas, detaycı nitelemenin yapılması gerekli alandır. Zira yazma eser uzmanı katalogladığı eseri yalnızca “tezhipli” ifadesiyle nitelemesi önemlidir ancak asla yeterli görülemez. Çünkü tezhip, özellikle Osmanlı dönemi yazma eserlerinde yüzyıllar boyunca farklı tür ve ekollerle gelişim göstermiş, esere en zahmetli çalışmaların ürünü olarak sanatsal değer kazandırmıştır.
Selçuklu tezhibinde birbirinin içine geçmiş geometrik şekiller hâkimdir. Sayfanın alt ve üst kenarında, bazen de dört yanında altın zemin üzerine siyahla çizilmiş “ulama” adı verilen, birbirine bağlı kanca şeklinde süslemeler görülebilir. Yuvarlak madalyonların çevresinde münhaniler çizilmiştir. Ana renkler altın, lacivert, beyaz ve kızıl kahverengidir. Tığ ya yoktur ya da seyrek, ince mavi çizgiler halindedir (Özen 2003: 2).
XV. yüzyıl tezhibinde zahriyenin iki sayfada birer madalyon içinde yer aldığı ve madalyonların yuvarlaktan beyzi forma döndüğünü görüyoruz. Zahriyeden sonra görülen serlevha tezhibi ise yatay dikdörtgen form içindedir. Dönemin belirleyici özelliği yalınlığı, açık mavinin ve altınla boyanın çok ölçülü dengesidir (Özen 2003: 7).
XVI. yüzyılda başlıklar çeşitlenmiş, dikdörtgen başlıklı tezhibin üstüne taç, mihrap formları ya da dilimli süslemeler eklenmiştir. Tığlarda çizgiler zenginleşmiş, rumilerin kayılmasıyla zarif motifler ortaya çıkmıştır. Bu yüzyılın ikinci yarısında tığlarda çiçek motiflerine de rastlanmaktadır (Özen 2003: 9).
Kanuni dönemi birçok yeni üslubun, motifin ve sayfa kenarı süslemeciliğinde yeni tekniklerin uygulandığı zengin bir dönemdir. Ayrıca saz üslubu da yine bu dönemde çıkmış ve gelişmiştir (Demirağ 2007: 86).
XVI. yüzyıl eserlerinde diğer motiflerle birlikte özellikle yekberk motifinin ve çintemani ile piçide (sarılma) rumi motiflerinin zengin kullanım alanı bulduğu görülür. Mevcut üslupların yanında çift tahrir ve havalı diye adlandırılan ve küçük helezonlar üzerine ufak hatayi motifleriyle meydana getirilen yeni bir tarzın ortaya çıktığı bilinmektedir (Hat ve Tezhip Sanatı 2009: 350).
XVII. yüzyılda en çok kullanılan süsleme motifi çiçek buketleridir. Gül, lale ve diğer çiçeklerden oluşan buketlerin düzenlenişi Türk üslubundadır (Demirağ 2007: 88).
XVIII. yüzyılda klasik tezhibin değişmeye başladığını gösteren büyük çiçekli, iri ve karışık motifli süslemeler yapılmış, tığlarda bile büyük ve renkli çiçekler yer almıştır. Ayrıca barok ve rokoko üsluplar tezhibe girmiş, bu tarzda yapılan kurdeleler, doğal dal ve yapraklar, sazyolu üslubu, aşırı süs ve kıvrımlar tezhibe hâkim olmuştur (Özen 2003: 9-10).
Serlevha tezhibi, düz başlık şeklinde, kubbeli, dilimli, taç desenli, tepelikli mihrabiye gibi farklı kompozisyonlarda karşımıza çıkabilir. Fatih döneminde serlevha tezhibi sayfanın enine uzanan dikdörtgen formdadır ve çevresinde bitkisel motifler ile geçmeler bulunur. XVIII. yüzyıldan sonra ise özellikle dini kitap serlevhaları taç tezhibi şeklinde düzenlenmiş olup, bazen de çiçek buketleri ile süslenmiştir (Özkeçeci ve Özkeçeci 2007: 157).
Tezhip konusunda bilgiler verilirken ilgili alana hangi bölüm ya da yaprakların tezhipli olduğu kaydedilmelidir. Bununla beraber hangi bölüm ve yapraklarda hangi döneme ait olduğu tahmin edilen ne tür bir tezhip tekniğinin uygulandığı, renkleri, şekilleri, motifleri, ve eğer tespit edilebiliyor ise müzehhip ya da müzehhibesinin ismi ya da mahlası belirtilmelidir. Bu bilgiler tezhip için oluşturulmuş ve günümüze kadar kullanılan ortak terimler kullanılarak kaydedilmelidir. Bu kayıt bir taraftan eserin sanatsal açıdan gerçek değerini ortaya koyarken, diğer taraftan eserin orijinalliği hakkında fikir sahibi olmamıza yardımcı olabilir. Tezhibin katalogcu tarafından “orta”, “nefis”, “pek nefis” ifadeleriyle kaydedilmesi ya da “bir kısmı tezhipli” veya “tamamı tezhipli” ifadeleriyle belirtilmesi yazma eserin fiziksel nitelemesi açısından son derece genel ve sınırlı bilgiler olacaktır. Tezhibin türü, malzemesi, tekniği, dönemi, müzehhibi hakkında bilgi ya da tahminler tespit edilirken özellikle sanat tarihi ve İslam sanatları konusunda uzman kişilerden yardım alınabilir. Kuşkusuz bazen bu tespitler uzun zaman alır ve yorucu bir araştırmayı gerektirebilir. Ancak unutulmaması gereken zamana meydan okuyan bu eserlerin üretimi sırasındaki zahmet dikkate alındığında kataloglanması için harcanabilecek çabanın makul görülmesi ve sabırla yürütülmesidir. Dolayısıyla tezhibin yapımındaki zahmetli çalışmanın farkında olmayan bir uzman tezhibin niteleyici bilgilerinin tespitinde ne kadar titiz davranılması gerektiğini kavrayamaz.
1.3. Minyatür Özelliği: Minyatür terimi Latince “miniare”, İtalyanca “miniature” sözcüğünden gelmektedir. İlk olarak el yazmalarında metin içindeki baş harflerin “minium” denilen kırmızı sülien boyası ve yaldızla yazılarak süslenmesi için kullanılan bu terim kırmızı ile boyamak anlamına gelmektedir. Zamanla el yazması kitaplarda metinde işlenen konuyu canlandırmak ve aydınlatmak için yapılan renkli resimleri ifade eden minyatür (miniature), genel anlamda küçük boyutta, ince ayrıntıları gösterecek biçimde çizilmiş resimler için kullanılmıştır. Dolayısıyla bu terim, etimolojik açıdan yanlış olarak “minus” (küçük) sözcüğüne temellendirilip özellikle XVI.-XIX. yüzyıllarda küçük boyutlu portreler, manzaralar ve figürlü sahneler için de kullanılmıştır. Dolayısıyla minyatür bir kitabı süslemek için kullanıldığı gibi bazen de bir madalyonu ya da herhangi küçük bir objeyi de süsleyebilir (Tanyeli 1996: 163; Mahir 2005: 15).
Bu sanat Çinliler ve Türklerden İranlılara oradan da Avrupa’ya geçmiştir. Türkler ve İranlılar bu resim tarzına renkli resim manasına gelen “nakış”, “tasvir” ve bunu yapan sanatçılara da “nakkaş”, “musavvir” adlarını vermişlerdir.
Osmanlı minyatür sanatının erken örnekleri, kaynağını Selçuklu resim üslubundan almakla birlikte, çağdaşı Timurlu ve Türkmen minyatür üsluplarından da etkilenmiştir (Mahir 2005: 39). Osmanlı minyatürlü yazmaların günümüze ulaşmış en erken tarihlisi, Şair Ahmedi’nin “İskendername”sinin 1416 yılında Amasya‘da kopya edilmiş resimli bir nüshasıdır.
Osmanlılarda resim ve minyatürün gelişimi İstanbul’un fethinden (1453) sonra başlamıştır. Fatih Sultan Mehmet döneminden, XIX. yüzyıla uzanan döneme ait çok sayıda minyatür eser günümüze ulaşmıştır. Fatih Sultan Mehmet döneminde yapılmış birçok minyatürlü eser, Türkmen minyatürlerinin etkisini göstermektedir. Bu eserler dönemin giyim, müzik aletleri ve eğlence hayatı gibi bazı özelliklerini de yansıtırlar.
XVII. yüzyılda minyatür sanatı bir yandan geleneksel üslubu sürdürürken öte yandan albüm resmi birdenbire büyük bir önem kazanmıştır. Hiçbir metne bağlı olmayan tek tek figürlerin ya da günlük hayatla ilgili konuların işlendiği örneklerden oluşur. Çeşitli tipte insanlar giyim özelliklerini belirtmeye özen gösterecek biçimde işlenmiştir. Bu dönemde Farsça ve Arapçadan Türkçeye çevrilen cifr, fal ve hikâye kitaplarının resimlendirilmesiyle Osmanlı minyatür sanatı konu çeşitliliğine kavuşur. II. Osman’ın saltanat yıllarında (1618- 1622) eserler veren Ahmed Nakşi’yle birlikte Osmanlı minyatür sanatının klasik üslubunda kopmaya başladığı görülür. (Bağcı 2000: 166; Mahir 2005: 71). XVII. yüzyılda büyük bir değişiklik göstermeyen Osmanlı minyatürü, XVIII. yüzyılın başında Lale Devri ile son parlak dönemini yaşar. XVIII ve XIX. yüzyıllar Osmanlının bir dünya devleti olarak eski önemini yitirdiği Batının siyaset, askeri ve teknik alandaki üstünlüğünü kabul ettiği bir dönem olmuştur. XVII ve XVIII. yüzyılda yaşanan bazı siyasi olaylar, Osmanlı devletini Avrupalılarla ticaret antlaşmaları yapmaya zorunlu kılmış, onların politikalarına bağımlı hale getirmiştir. Söz konusu Batılılaşma hareketleri özellikle “Lale Devri (1703-1730)” olarak bilinen III. Ahmet’in saltanat yıllarında hız kazanmıştır. Bu yıllarda Osmanlı tasvir sanatının henüz geleneksel kimliğinden kopmadan klasik üslubunun kabuğundan çıkarak yeni bir sanat anlayışının özümsendiği söylenebilir. Bunda Levni mahlaslı Abdülcelil Çelebi’nin önemli payı olmuştur. Levni’nin ilk eserlerinden biri olduğu tahmin edilen “Kebir Musavver Silsilename” Osman Gazi’den III. Ahmet’e kadar hüküm sürmüş Osmanlı padişahlarının dizi halinde portrelerini içerir. Kendinden sonraki portre ressamlarına esin kaynağı olacak bu minyatürlerde Levni’nin geleneksel kalıpları yeni bir anlayışla yorumladığı görülür. Onun çalışmaları, ışık gölge etkilerini vermeye çalışan kendinden önceki nakkaşların başlattığı perspektif kazandırma girişimlerini daha ileri denemelerdir (Mahir 2005: 78).
III. Ahmet’in saray başnakkaşı Levni’nin eserleri dikkate şayandır. Levni’nin eserlerinde görülen renkler pastel ve ahenklidir. Harikulade şekil ve çizgi güzelliği göze çarpmaktadır. Klasik resimlerle Levni’nin eserleri karşılaştırılacak olursa Levni’nin Türk minyatüründe kendine özgü bir ekol olan özel bir sanatçı olduğu görülür. Levni’nin başyapıtı Sultan III. Ahmet’in şehzadelerinin sünnet düğünü şenliklerini anlattığı Vehbi’nin eseri “Surname”deki resimlerdir (Güney 2001:113). İki boyutlu yüzeysel anlatımdan üç boyutlu hacimli anlatıma geçişi Levni’den daha ileriye taşıyan sanatçı ayrıca gül, lale gibi çiçek resimleri de yapmıştır. Eserlerinde özellikle figürlerin yüzlerinin işlenişinde Batı etkisiyle boyut kazandırmaya çalıştığı görülür (Adım Adım Osmanlı Tarihi… 2003: 95). XVIII. yüzyılın sonları ve XIX. yüzyılın başlarında Osmanlı saray çevresinin resmi kıyafetlerini gösteren ve suluboya tekniğiyle yapılmış resimleri içeren birtakım albümlerin de hazırlandığı görülür (Renda 1981: 52-56). Batı’ya açılışın yoğunlaştığı Lale Devri’nde minyatür sanatında Batı resmi tarzında ilginç gelişmelere tanık olunur. Bu yüzyılın sonunda tutkallı toprak boyanın, guvaş ve suluboyayla yer değiştirmesiyle birlikte bazı yazma eserler geleneksel minyatür sanatını sonlandıran tekniklerle resimlendirilmiştir. Osmanlı minyatür sanatı bu dönemden sonra özelliğini ve güncelliğini yitirerek yavaş yavaş yerini Batı resim tekniğiyle yapılmış yağlıboya tablolara bırakmıştır.
Osmanlı dönemi yazma eserlerinde minyatür sanatına ilişkin bu açıklamalar göstermektedir ki, yazma eserlerde minyatür hakkında niteleyici bilgilerin verilebilmesi nakkaşına ya da dönemine ilişkin doğru tespitlerin katalog kaydına yansıtılabilmesi oldukça deneyim ve birikim gerektiren bir uzmanlıktır. Zira yazma eserlerimize ilişkin katalog kayıtları incelendiğinde minyatüre ilişkin alanların yalnızca minyatürün yer aldığı yaprak numaralarının verilmesiyle sınırlı kaldığı görülmektedir. Katalog kayıtlarında minyatürün dönemi, kondisyonu, ekolü ve tekniğine ilişkin bilgiler yer alamamaktadır. Oysaki yazma eserlerimizin sanatsal değerini belirlemede minyatürlü olup olmadığının yanı sıra minyatürün kim tarafından hangi teknikle hangi konuda hangi tarihte yapıldığının tespiti oldukça önemli rol oynamaktadır. Dolayısıyla minyatürlü yazma eserlerin katalog kaydında ilgili uzmanlarla işbirliği yapılmalı, ulaşılan sonuçlar doğrultusunda eserin gerçek sanatsal değerine ilişkin ipuçları katalog kaydındaki ilgili alana kesinlikle yansıtılmalıdır. Bu alanda verilecek bilgiler belki de esere daha özel bir statü kazandıracak, onun daha güvenli bir biçimde saklanması tedbirlerini ya da dijitalleştirme esnasında minyatürün zarar görmemesi gibi birtakım farklı uygulamaları beraberinde getirebilecektir.
1.4. Kağıt Boyutu ve Yazı Alanı: Kağıt boyutu, yazma eserin en, boy ve yükseklik ölçülerinin yazıldığı alandır. Ölçüm yaprak boyutu dikkate alınarak yapılır. Metnin yazı alanı genellikle “cetvel” adı verilen tek ya da çift çizgili bir çerçeve ile sınırlıdır. Cetvel yok ise yazı alanı boyutu ölçülerek bu bölümde belirtilir. Yazı alanı ölçülürken “derkenar” adı verilen açıklama bölümleri yani asıl metin dışında kalan notlar dikkate alınmaz bir başka deyişle ölçüm derkenar bulunmayan bir yaprak üzerinden yapılmalıdır.
1.5. Kağıt Türü, Rengi ve Filigran Bilgisi: Yazma eserlerin günümüze kadar birçok özelliğini koruyarak ulaşabilmesinde kağıt türü ve kalitesi önemli rol oynamıştır. Yazma eserlerde çoğunlukla kullanılan kağıtlar Haşebi, Dımışki, Semerkandi, Devletabadi, Hatayi, Hindi, Sultani, Harir-i Semerkandi, Venedik gibi adlar ile tanımlanırdı ve beyaz, sarı, kırmızı, kahverengi, nohudi, mavi, siyah renklerde olurdu. Yazma eser kâğıtlarının en önemli özelliği aharlanmış olmasıdır. Ahar, yazı yazarken meydana gelebilecek hataların düzeltilmesinde silintinin belli olmaması ve iz bırakmaması için kâğıdın üzerine sürülen ve onun kuvvetlenmesini sağlayan bir maddedir. Üzerine bir defa ahar sürülen kâğıtlara aharlı, iki veya daha fazla ahar sürülenlere de çift aharlı kâğıt denilir. Aharın çeşitleri vardır. En çok kullanılan nişasta aharı ve yumurta aharıdır. Aharın içine biraz gülsuyu veya misk ve amber koyulduğu da olurdu. Aharlı kağıtlar ayrıca mührelenirdi. Mühre ise çakmak taşından ve diğer bazı maddelerden yapılırdı. Böylece aharın ömrü uzun olur, kağıt da parlak ve düz bir hal alırdı (Bayraktar 1983: 116).
Katalog kayıtlarında çoğu kez tespit ya da tahmin edilemediği için boş bırakılan “kağıt türü”nü kesin olarak saptayabilmek oldukça zordur. Yazma eserin üretildiği ya da yazıldığı dönem, nerede yazılmış olduğu bilgisi veya eğer kağıt filigranlı ise filigranın yazısı, şekilleri kağıt türü hakkında bilgi verebilir. Bazen de tersi bir durum söz konusudur kağıdın türü ve döneminden hareketle yazma eserin hangi döneme ait olduğu bilgisine ulaşabilir.
Filigran (su damgası): Bir kağıdın dokusunda bulunan ve ancak ışığa tutulduğunda görülebilen çizgi, resim veya im olarak tanımlanmıştır (Belge Yönetimi ve Arşiv… 2009: 41). Bu alanda verilmesi gereken asgari bilgi kağıdın rengi ve filigranlı olup olmadığıdır. Bunun yanı sıra filigran bir yazı ise ne yazdığı bir şekil ise şekil hakkında bilgiler verilebilir. Eğer yazma eserin hangi döneme ait olduğuna dair bir bilgiye rastlanılmamışsa kağıt türü üzerine araştırmalar derinleştirilmelidir.
1.6. Sayfa, Satır ve/veya Sütun Sayısı (Düzeni): Eserin metin kısmında bir sayfadaki (yazı alanı içindeki) satır sayısı da kayda geçirilmelidir. Satır sayıları değişkenlik gösteriyorsa en çok tekrar edilen rakam yazılabilir ya da bölüm bölüm kaç satırdan oluştuğu ayrı ayrı yazılır. Manzum (dörtlük, beşlik, ikilik olarak yazılan şiir kitapları)Yazma eserlerde sütun sayısı da kaydedilmelidir. Sütun sayıları değişkenlik gösteriyorsa en çok tekrar edilen rakam yazılabilir veya bölüm bölüm kaç sütundan oluştuğu ayrı ayrı yazılır.
1.7. Yazı (Hat) Türü: Hat Arapça “yazı” anlamına gelen bir sözcüktür. Yazı ustasına Hattat denildiği gibi sanat yazıları için hüsn-i hat (güzel yazı - kaligrafi) deyimi kullanılırdı (Alparslan 1997: 766). İslam dininde tasvir yasağı Kuran’dan camiye kadar çok çeşitli yapıtların bezenmesinde, başka dekoratif öğelerin yanı sıra yazının da geniş ölçüde kullanılmasına yol açmıştır. Bundan başka İslam inancına göre yazının kutsal bir niteliği vardır, çünkü Hz. Allah’ın buyruğu olan Kuran’ın içeriğini de yazı taşımaktadır. Kuran’ın çeşitli ayetlerinde de yazının bu kutsal niteliğine işaret edilmiştir. Yazıya verilen bu değer, tüm İslam kültüründe hat sanatının üzerinde çok durulmasına ve bu sanatın kutsal bir sanat sayılmasına neden olmuştur. Özellikle Osmanlı kültürü içinde hat sanatı çok ilerlemiş, işlevsel görevinin yanı sıra, estetik bir düzeye yükselmiş, adeta Batı resim sanatındaki tabloların yerini tutar olmuştur.
Hat sanatında gelişi güzel yazı yazılmaz, her yazı türünün kendine özgü özellikleri, inceden inceye saptanmış kuralları vardır. Tarih boyunca ünlü hat ustaları zaman zaman yazı kuralları oluşturmuşlardır. Çeşitli yazı türleri birbirlerinden, harflerin büyük ya da küçük olması, biçimi, aralıkları, bazı harflerinin birbirlerine bitiştirilip bitiştirilmemesi, bazı yazı işaretlerinin kullanılıp kullanılmaması gibi özellikleriyle ayrılır (Hat 1981:757).
Türklerin kullandıkları ve yazma eserlerde görülen başlıca yazı çeşitleri şunlardır:
Kufi: Harflerin köşeli olarak yazıldığı geometrik bir yazı türüdür. Kufe şehrinde ortaya çıktığı için kufi adı verilmiştir. Bu yazı miladi IX ve XV. yüzyılın sonuna kadar türlü değişikliklere uğrayarak kullanılmıştır.
Sülüs: Hicri IV. miladi X. yüzyılın sonunda ortaya çıkmıştır. Kufi yazıya göre daha yuvarlaktır ve köşeleri sert değildir. Tarife göre sülüs yazıda her harfin altıda biri düz, altıda biri yuvarlak olacaktır. Sülüs, ucu 2-3 mm kalınlığında kesilmiş kamış kalemle yazılır. Sülüs yazının esasıdır ve yazıların anası diye anılır. Bütün yazı türleri ve kuralları bu yazıdan türetilmiştir. Kuran-ı Kerim’ler, levhalar, çoğunlukla sülüs ve nesih hattı ile yazılmıştır.
Nesih: Kufi yazıdaki köşelerin tamamen yuvarlaklaştırılması ile meydana gelmiştir. İlk örnekleri miladi X. yüzyılda görülmüştür. Sülüs yazıyı andırmakla beraber ondan üçte iki oranında daha ince uçlu kalemle yazılır. Özellikle Türkler el yazmalarında nesih hattını tercih etmişlerdir. Matbu yazıya yakınlığı ile de dikkat çeken bu yazıyı okumak diğerlerine oranla daha kolaydır.
Reyhani: Bu yazıda nesih yazının yatay kısımları daha yatık ve uzundur. Yapısı bakımından daha sert çizgilere sahiptir. Kalem kalınlığı nesih ile aynı olan bu yazı XVI. yüzyıldan sonra kullanılmamıştır.
Muhakkak: Sülüs yazının yatık kısımlarının uzun ve geniş olan türüdür. XVI. yüzyıla kadar çok kullanılmış sonra yerini sülüse bırakmıştır. Harfin bir bölümü düz bir bölümü eğri olarak (dairesel) yazılır.
Tevki: Yarısı düz çizgilerle yarısı yuvarlak çizgilerle yazılır. Sülüs’e pek yakındır. Ünlü hattat Ekrem Hakkı Ayverdi’ye göre bu yazı Sülüs yazının esasını teşkil etmiştir. Ancak daha çok devlet yazışmalarında yani resmi belgelerde kullanılmıştır.
Rika: Nesih yazının dişsiz, yuvarlak ve kıvrak bir türüdür. İcazetler bu ile yazıldığı için buna “icazet hattı” da denir. Hat ve hattatanda bu yazının “düzlüğü ve yuvarlaklığı değişik, çoğu harfleri bitişiktir”. Kalem kalınlığı değişebilir.
Talik: Her harfi yuvarlağımsıdır. Düz hattı yoktur. Yalnız düz çizgilerden oluşan Ma’kıli yazının tam tersidir. Bu yazıya İran’da Nestalik adı verilir. Bir de şikeste (kırma) türü vardır. Talik hattı, sülüsle aynı kalınlıkta kalemle yazılır. En büyük üstatları Azerbaycan’da ve İran’da çıkmıştır. Bizde de aynı yolda XVIII. yüzyıl sonlarına kadar başarı ile kullanılan bu yazı, Yesari Es’ad Efendi’den itibaren Türk tavrı kazanmıştır. Eski dönemlerde ilmi ve dini eserler, mahkeme evrakı Talik hatla yazılırdı (Rado 2003: 17-18).
Yazı türlerinin hemen her birinin, çok kesin sınırları olmamakla birlikte farklı fonksiyonları vardır. Örneğin Tevki ve Rika esas metinlerle karışması arzu edilmeyen şerh ve haşiyelerde, sülüs levha yazılarında ve kitap başlıklarında tercih edilmiştir (Ensari 2010: 129).
Yazıların bazen satır halinde değil de üst üste sıralandığı görülür. Bir kural içinde harf ve sözcüklerin üst üste dizilmesine hattatlık dilinde “istif” adı verilir. Doğal olarak yazı sanatının ilk gelişmesi Araplar aracılığıyla olmuştur. Bilinen ilk büyük Türk hattatı ise Amasyalı Yakut el-Musta’sami’dir (XIII. yüzyıl). Hat konusunda ciddi ve kapsamlı çalışmayı Amasyalı Şeyh Hamdullah (XV. yüzyıl) yapmış, “aklam-ı sitte-altı kalem (sülüs, nesih, muhakkak, reyhani, tevki, rika, talik)” diye bilinen yazı türlerini her birinden örnekler çıkarıp yanlarına kurallarını yazarak bir araya getirmiştir. Şeyh Hamdullah aynı zamanda Sultan II. Beyazıd’ın da yazı hocasıdır. Osmanlı sanatının doruğa ulaştığı XVI. yüzyılın en önemli hattatı, yazının yalnız üslubunda değil, tekniğine de yenilikler getiren Ahmet Karahisari’dir. Altını mürekkep gibi kullanarak yazı yazmak, altın yaldız harflerin dışını siyah çizgiyle belirlemek, harf kalınlıklarının içini çiçek motifleriyle doldurmak ilk kez onun uyguladığı yeniliklerdendir. En önemli yapıtı İstanbul Süleymaniye Camisi kubbesindeki yazısıdır. Türk yazı sanatının başka bir ustası da, yapıtlarıyla pek çok başka hattatı etkilemiş, III. Ahmet ve II. Mustafa gibi sultanlara hocalık yapmış olan Hafız Osman’dır (XVII. yüzyıl). Taşbaskısıyla çoğaltılan Kur’anları, döneminde en uzak İslam ülkelerine kadar yayılmıştır. Bu yapıtlar günümüzde de yazı sanatının en değerli örneklerinden sayılır. Ünyeli İsmail Efendi, Mustafa Rakım Efendi ve İstanbul’daki pek çok yapının yazıtını hazırlamış olan Mehmet Esat Yesari XVIII. yüzyılın ünlü ustalarıdır (Hat 1981: 758-759).
Yazı türünün tespiti yazma eser uzmanının daha önce farklı yazı türleriyle yazılmış olan eserleri incelemiş olması ile doğrudan ilgilidir. Yukarıda yazı türleri ve hattatlar hakkında verilen temel bilgiler ise yazı türünden hareketle yazma eserin hangi döneme ait olduğunun tahmini ve tespiti açısından oldukça önem taşımaktadır. Yazı türü yazma eser içinde bölüm bölüm farklılık gösterebilir bu nedenle eserin tamamı dikkatle incelenmelidir. Ayrıca yazı türü kesin olarak tüm özellikleri dikkate alınarak saptandıktan sonra katalog kaydında ilgili alana yazılmalıdır.
Ayrıca yazı stili de dönemler arasında farklılık gösterir. Bölüm başlıklarında XIV. ve XV. yüzyıllarda “muhakkak” ve “reyhani” yazı türü sıklıkla görülürken ilerleyen yüzyıllarda bunlar neredeyse hiç görülmez. XV. yüzyılda ise çoğunlukla “talik” yazı türünün kullanıldığını görürüz. Böylece eser eğer “rika” yazı türü ile yazılmışsa bu eserin tarihinin rika’nın kullanılmaya başlandığı XVIII. yüzyıldan daha önceye gidemeyeceğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Yalnızca yazı stilini dikkate alarak eserin döneminin tespit edilebildiği birçok örneğe rastlamak mümkündür (Okuyucu 2008).
1.8. Mürekkep Rengi ve Özellikleri: Yazma eserde yazıda ve işaretlerde hangi renk mürekkeplerin kullanıldığının belirtildiği alandır. Bazı eserlerde bölüm bölüm farklı renkler tercih edildiği durumlarda, bunlar da yaprak numaraları belirtilerek kaydedilmelidir.
Birçok eski metinde mürekkep solgunlaşmış (buharlaşmış) ve pembeye yakın bir renk almıştır. Ancak bu durum mürekkebin kalitesine göre de değişebildiği için mürekkep kesin bir kriter olarak düşünülemez. Bazen de mürekkebin rengi önemli bir ipucudur. Çok eski yazma eserlerde kırmızı ve siyah renklerin kullanıldığını görürüz. Yeşil ve mavi renkler XIV. yüzyılda kullanılmaya başlanmıştır (Okuyucu 2008).
1.9. Rakabe/Derkenar/Şukka: Rakabe, örneğin 12a yaprağının sonunda 12b'deki ilk kelimenin yani bir sonraki sayfadaki ilk kelimenin yazılması ile takibin belirtilmesidir. Yazma eserin metninde sayfa ya da yaprak numaraları genellikle bulunmadığından bunun yerine takip kelimeleri (rakabe) vardır. Rakabe’nin var olup olmadığı da bu alana (var/yok) şeklinde kaydedilir.
Yazma eserin metin kısmında sayfaların köşelerinde ya da asıl metin dışındaki boşluk kısımlarında birtakım açıklayıcı notlar bulunabilir. Bu notlara derkenar adı verilir. Derkenar bulunan yaprakların numaraları da bu alanda tek tek kaydedilmelidir.
Şukka, Arapça "parça" demektir, kâğıt parçası ve mektup anlamında kullanılmıştır (Pakalın 1983: 360). Aynı zamanda küçük tezkere, yazı anlamına da gelen ve yazma eserlere sonradan eklenen yazılara şukka adı verilmiştir (Devellioğlu 1962: 1200). Küçük ayrı kâğıtlara yazılıp sayfa aralarına yapıştırılmıştır. Bu parçalar değişik geometrik şekiller halinde karşımıza çıkmaktadır. Eserde şukkaların yer aldığı kısımlar ve hatta şukka şekilleri katalog kaydının notlar alanında belirtilmelidir.
1.10. Kitabın Fiziki Durumu (Kondisyonu): Yazma eserler uzun yıllar önce üretilmiş olduğundan günümüze kadar birçok tahribata maruz kalmış olabilir. Yazma eser uzmanının görevi eserin fiziki durumunu ayrıntılı bir şekilde tespit ederek kitabın özel bir koruma önlemi ile saklanıp saklanmayacağına ya da restorasyona gerek olup olmadığına karar verilecek verileri bu alana kaydetmektir. Bu bağlamda kitap üzerindeki böcek, kurt, fare yenikleri, şiraze (cildin dikiş kısmı)nin dağınık olup olmadığı, sertabın kopuk olup olmadığı, kapakların ve sayfaların durumu ayrıntılı olarak kaydedilir. Bu alan doldurulurken “yıpranmış”, “su almış”, “çürümüş” gibi genel ifadelerle bilgi vermek yerine kitabın hangi noktalarında hangi düzeyde tahribatın bulunduğu detaylı olarak yazılmalıdır.
Türkiye yazmaları veritabanı incelendiğinde kataloglama sürecinde yazma eserlerin sanatsal özellikleri çoğunlukla göz ardı edilmiştir. Türkiye yazmaları veritabanında cilt özelliklerini tanımlama konusunda her kütüphanenin farklı bir uygulama içinde olduğu görülmektedir. Katalogların yalnızca küçük bir bölümünde cilt tanımlamamalarına yer verilmiştir. Bu durumda yazma eserlerin cilt özellikleri konusunda araştırma yapmak isteyenler kataloglardan bu açıdan yararlanamamaktadır.
Örneğin A.Ü. İlahiyat Fakültesi yazma eser kataloglarında yalnızca yazı türü bilgisi bulunmaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığı Merkez Kütüphanesi kataloglarında eserlerin yazı çeşidi, kâğıt özellikleri, cilt ve süslemeleri hakkında herhangi bir veriye rastlanmamaktadır. Bunun yanı sıra yine IRCICA (İslam Tarihi, Kültür ve Sanat Araştırmaları Merkezi) yazma eser kataloglarında cilt ve diğer sanatsal özelliklere yer verilmemiştir (Odabaş 2011: 153-156). A.Ü. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yazma Eser Kataloglarında da benzer durum söz konusudur ve eserlerin fiziksel tanımlamalarında bir standart sağlanamadığı görülmektedir. Bu durum yazma eser kataloglama çalışmalarının birbirine yakın düzey ve nitelikte bilgi-birikim sahibi uzman kadrolar tarafından yürütülmediğini ortaya koymaktadır. Bunun yanı sıra standartlaşmadan uzak kalmanın bir başka nedeni olarak konuyla ilgili farklı bilim dallarından uzmanların işbirliği içinde çalışmayıp birbirinden bağımsız farklı niteleme örneklerini oluşturmaları da gösterilebilir. Oysaki yazma eser niteleme çalışmaları zaman zaman yalnızca bir uzmanın üstesinden gelemeyeceği karmaşıklıkta olabilmektedir. Ülkemizde bu sorun proje bazında ele alınmış ancak sonuçları arzulanan düzeyde olmamıştır. Yazma eserlerden sorumlu kurumun bünyesinde görev alacak uzman ve yetkin kadroların zaman ve bütçe kaygısından uzak olarak yürüteceği çalışmalar, söz konusu eserlerin gerçek niteliğini yansıtacak kayıtların ortaya çıkmasını sağlayacaktır.
Sonuç
Yazma eserler cildi, zahriyesi, serlevhası, minyatürleri, kağıt türü, yazı türü, renkleri, tezyinatı, satır/sütun düzeni, metin içi süslemeleri, hatimesi ve mühürleri ile bir bütündür. Bu bütünün tüm ayrıntılarını ve özelliklerini yazma eserlerin katalog kayıtlarına yansıtabilmek oldukça derin bir bilgi birikimi ve tecrübe gerektirir. Çoğu zaman da bu işin zorluk derecesine göre farklı bilim dallarında uzman kişilerle ortak bir çalışma ve gayret içine girilebilir. Ancak burada vazgeçilmemesi gereken nokta yazma eserin kendi terminolojisi çerçevesinde tüm fiziksel özellikleriyle katalog kaydının çıkarılmasıdır. Nitekim yazma eserler yalnızca bilim dünyası için değil aynı zamanda sanat dünyası için de oldukça önemli tek ya da nadir yapıtlardır. Bu eserlerin katalog kaydındaki fiziksel niteleme alanlarının tam, doğru ve özenli bir şekilde doldurulması, ilgili eserin araştırmacılar için hangi niteliklere sahip bir kaynak olduğunun duyurulması açısından gereklidir. Bunun yanı sıra sözgelimi eserin eşsiz sanatsal niteliklere sahip olduğunun tespiti onun daha iyi korunması için gerekli tedbirlerin alınması için harekete geçilmesini sağlayacaktır. Böylece yapılacak olan fiziksel niteleme yazma eserin gerçek değeriyle araştırmacıları buluşturacak ve eserin herhangi bir nedenle maddi değer kaybına uğramasını önleyecektir.
Bugüne kadar yapılmış olan çalışmalar bu alanda kısmen başarılı olunduğunu ya da eksik kalındığını göstermektedir. Yazma Eser Kurumu Başkanlığı’nın kurulmasıyla bu kurumda eğitilecek ve görev yapacak uzmanların bugüne kadar yapılmış hatalı ya da eksik tanımlamaları fark ederek yazma eserlerin fiziksel nitelemesinde bir standart dâhilinde çalışacaklarını ümit ediyorum.