Giriş
Osmanlılarda genel halk sağlığına ilk dönemlerden itibaren önem verilmiştir. Nitekim ilk Osmanlı kroniklerinde, özellikle savaşlardan sonra ortada kalan cesetlerin derhal gömülmesinin emredildiğine dair bazı verilere rastlanması bunu göstermektedir (Sarıyıldız 1998: 319). Bu durum devletin büyümesiyle beraber kurumsal yapılara dönüşmüş ve Osmanlı devletinde genel amaçlı sağlık hizmeti ve tıp eğitimi veren kurumlar ile ihtisas hastanesi olarak nitelendirilebilecek birçok sağlık kuruluşunun kurulmasında etkili olmuştur. (Altınöz 2001:6).
Osmanlılarda hekimlik anlayışının ve hekim yetiştirme tarzının kendine özgü nitelikleri bulunmaktadır.1 Nitekim dahiliyeci olarak adlandırılan tabiblerin yanı sıra cerrahlar, kehhaller (göz hekimleri), kırık-çıkıkçılar, şerbetçiler (şurupçular), attarlar gibi halk sağlığı ile ilgilenen muhtelif ihtisas sahipleri yetişmiştir. 17. yüzyılda saray tabib ve cerrahlarının sayısı 40-50 civarında iken dışarıda dükkanı bulunan hekimlerin (esnaf-ı hükemâ) 1000 kişi, cerrahların (esnaf-ı cerrâhân) ise 700 kişi olduğu tespit edilmiştir. (Akdeniz Sarı 1983:152, 156, 161). Saray içinde ve dışında görev yapan Müslim ve gayri Müslim bu kişiler hekimbaşı tarafından imtihan edilerek yeterli olmayan kişilerin tabâbet işiyle uğraşmalarına izin verilmemiştir. (Uzunçarşılı 1995: 509).
Osmanlı sarayında eğitim konusunda önemli bir kuruluş olan ve saray sanat erbabından meydana gelen ehl-i hiref adı verilen teşkilat sağlık alanında önemli hizmetler vermiştir. Nitekim cerrah ve kehhalller ehl-i hiref teşkilatına bağlı olarak iş yapmışlardır. Meslekleri birer sanat gibi görülen ve yaptıkları işlerde maharet ön planda tutulan bu teşkilata (Akdeniz Sarı 1983: 158-159) asıl konumuz olan dişçilerin de dahil olduğu tahmin edilmektedir. Ancak dişçilik bu grup içerisinde müstakil bir meslek olarak bulunabileceği gibi görevli tabib ve cerrahlardan birisinin dişçilikle ilgili işleri yerine getirmiş olması daha kuvvetle muhtemel gözükmektedir. Nitekim Osmanlılarda yüzyıllar boyunca diş hekimliği tıbbın bir devamı olarak görülmemiştir.2 (Uzel 2000:781/ Uzel 1992: 581).
Araştırmamızda Osmanlı devletinin son dönemlerinde, Osmanlı sarayında hizmet veren dişçilerle ilgili Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde tespit edilen orijinal arşiv kaynakları analiz edilerek saray dişçilerinin özlük hakları ve ödüllendirilmeleri ile ilgili muhtelif veriler ortaya konacaktır. Dişçiler ile ilgili yayınlanmış çalışmaların genelde genel tıp tarihi,3 piyasada iş yapan dişçiler, dişçilerin eğitimi ve diş hekimliği teknikleri çerçevesinde incelenmiş olması araştırma konumuzun önemini daha iyi ortaya koymaktadır. Nitekim yapılan çalışmalardan; 15. yüzyıl başlarında yazılan İbn-i Şerif’in Yadigar, Şirvanlı Mahmud’un Kemaliye, Şerefeddin Sabuncuğlu’nun Cerrâhiyetü’lHâniyye (Uzel 2000: 771/ Uzel 1992:573), Eşref b. Muhammed’in Hazâinü’s Sa’adât, Hacı Paşa’nın Müntehâb-ı Şifâ, (Uzel 2001: 634), Kanuni dönemi saray hekimlerinden Musa b. Hâmûn ve Hekimbaşı Kaysûnizâde Mehmed Efendi’nin Risale, (Efeoğlu 1992: 53, 54), Cerrah İbrahim’in Alâim-i Cerrâhîn ve Hayreddin’in Hulâsâ (Uzel 2001: 634) adlı eserlerinde diş hekimliği ile ilgili önemli teknik veriler sunulduğu ortaya konmuştur. 4
19. yüzyıla kadar piyasadaki diş hekimliği ise genel olarak küçük cerrahi ile uğraşan kimselerin, berberlerin ve ebelerin uhdesinde kalmış, 19. yüzyıldan itibaren dişçilik de disiplin altına alınmaya başlanmış (Demirhan 1982:154) ve mekteb kökenli dişçiler yetiştirilmeye başlanmıştır. Bu çerçevede dişçilerin eğitimi ile ilgili olarak da muhtelif çalışmalar yapılmışsa da bu çalışmalarda dişçi mektebi, mektebin genel olarak bütçesi, mektebin hocaları, mektepte okutulan dersler, mekteb mezunlarının niceliği5 gibi konular hakkında bilgi verilmiştir. Bunun dışında ilk kadın diş hekimleri6 ve diş hekimlerinin orduda istihdamları7 konusunda da çalışmalar yapılmıştır.
Dişçilik alanındaki ilk çeviri Türkçe eserin 1914 yılında, ünlü Fransız diş hekimi Maurice Godon’dan, Cerrah Sabri Osman ve diş tabibi Basri Nureddin tarafından çevrilen Mükemmel Ameli ve Nazari Dişçilik eseri olması da ilginçtir. Nitekim eserin basımını üstlenen Cerrah Hüseyin Hüsnü eserin önsözünde “dişçilik sanatı terakkisine ait Türkçe yazılmış bir esere tesadüf eylemediğini durup düşündüğünü…” ifade etmesi ilginçtir. Bu eseri ancak 1921 yılında Muallim Halil Salih tarafından yazılan Ameli Tasni’i Esnân (Protez) adındaki eserin izlemesi de (Uzel 2006: 50) diş hekimliğinin Osmanlı devletinde mektepli hale gelmesine rağmen uzun zaman hak ettiği öneme haiz olamadığını gösteren önemli bir veridir.
Bu çerçevede bizim yaptığımız çalışma diş hekimliğinin teknik özellikleri, sokak dişçileri ve dişçi mektebi ile ilgili bilgiler veren bu çalışmalardan farklı olarak sarayda görev yapan diş hekimlerinin özlük hakları ile ilgili bazı tespitler yapan bir araştırmanın bulgularını içermektedir.
1. Eczahâne-i Hümâyûn (Mâbeyn-i Hümâyûn Eczahânesi/Eczahâne-i Âmire) ve Dişçiler
Saraylarda büyük bir insan topluluğu yaşadığı için topluluğun korunması için çok sıkı sağlık tedbirleri alınmış ve saraylarda hastaneler, hasta odaları ve eczahâneler oluşturulmuştur (Baytop 2000: 591). Bununla beraber Sultan Fatih dönemine kadar bir saray hekimliği ve saray eczacılığı kurumu bulunmamaktadır Böyle bir kurumun ilk defa Fatih tarafından başlatıldığı bilinmektedir. (Asil vd. 2000: 596-597). Nitekim Topkapı Sarayı’nda padişahlar için özel bir eczaneden başka iki eczane ile biri tabhane olmak üzere 6 hastane bulunmaktadır. Bütün bu kurumlar hekimbaşının yönetimi altındadır (Cimilli 2005:591).8 Saraydaki hastane ve eczahâneleri yöneten hekimbaşı etibbâ-i hassa, cerrâhîn-i hassa, kehhâlîn-i hassa ve müneccimlerin başı olup, onların tayin ve azli yanında ülkenin sağlık işleriyle ilgili bütün denetimleri yapmıştır (Sarı 1998:163). Nitekim padişahın ve saray halkının sağlık işleri yanında (Aksu 2007:41) Osmanlı topraklarındaki bütün hastanelere yapılan atamalar ve yer değiştirmeler merkezden hekimbaşı tarafından yapılmıştır (Uzunçarşılı 1988: 364/ Göyünç 2000:1). Bununla beraber hekimbaşılık makamı 19. asır ortalarında eski önemini yitirmiştir (Şehsuvaroğlu 1953:98-99).
19. yüzyılda Osmanlı Türk tıbbı önceki dönemlere oranla daha çok Batıya dönük ve aynı zamanda daha modern görünümlü bir nitelik kazanmıştır. Bu yüzyılda birçok modern kuruluşun temeli atılmış modern tıp öğretimine geçiş, bu yüzyılda gerçekleşmiştir (Erdemir 1996: 292). Nitekim sağlık hizmetlerinin niteliğinin değişmeye başlamasıyla beraber hekimbaşılık da çeşitlilik kazanan sağlık hizmetlerini karşılayamaz hale gelmiş ve çağdaş kurumlara ihtiyaç artmıştır. 1837’de harbiye nezaretinde bir sıhhiye dairesinin kurulması, karantina idaresinin göreve başlaması gibi olaylar (Yıldırım 1994: 402) hekimbaşılık unvanının sadece saray-ı hümâyûnda görev yapan tabiblerin başkanına hasredilmesine yol açmıştır (Şehsuvaroğlu 1953:98- 99). Bu çerçevede hekimbaşılık unvanı 1844 yılında “Ser-etibbâ-i şehriyârî” ye dönüştürülmüş, görevi de yalnız saray hekimliği ile sınırlandırılmıştır. Ser-etibbâ-i şehriyârîlik makamı 1923 yılında ise lağvedilmiştir (Bayat 1999: 10, 12).
1835 yılına kadar Osmanlı saraylarında gerekli ilaçlar, saray hekimbaşıları veya yardımcı hekimler ile pratikten yetişme eczacılar tarafından yapılmıştır. Avusturya ile gelişen yakın ilişkiler sonucunda dönemin padişahı II. Mahmud, Avusturya’dan Hoffman adlı bir eczacıyı 9 Temmuz 1835 yılında İstanbul’a getirterek sarayda görevlendirmiştir. Hoffman’ın sarayda eczacılık yapmasıyla beraber bir saray eczacılığı kurumu kurulmuştur (Asil vd. 2000: 597). Topkapı Sarayı'nda bugünkü anlamda ilk eczahâne ise 1870 yıllarında Sultan Abdülaziz döneminde kurulmuştur. Bu eczahâne mâbeyn-i hümâyûn eczahânesi veya hümâyûn eczahânesi olarak adlandırılmaktadır. Eczahânenin bulunduğu yer Enderun içinde olup halen müze müdürünün lojmanı olarak kullanılmaktadır. Eczahâne alet, malzeme ve ilaç cinsleri açısından dönemin Beyoğlu (Pera) eczahâneleri düzeyindedir (Baytop 2000 : 591).9
Saray eczahâne-i hümâyûnu, mâbeyn-i hümâyûnda bulunmaktadır. 1907 yılında mâbeyn-i hümâyûnda sağlık hizmetleriyle ilgili üç tabip ile üç dişçinin çalıştığı görülmektedir. Dişçilerden birisinin dişçibaşı olarak görev yaptığı anlaşılmaktadır.10
Dişçilerin mâbeyn-i hümâyûnda bulunan hususi daire mensuplarından olduğu tahmin edilmektedir.11
Saray-ı hümâyûn dişçibaşılığının bu göreve getirilen bazı kişilere ömür boyu (kayd-ı hayat şartı) verildiği görülmektedir. Mesela uzun süre saray-ı hümâyûn dişçibaşısı olarak görev yapan Dibacıoğlu’na bu şekilde görev tevcihi yapılmıştır (3 C 1263/19 Mayıs 1847).12
2. Dişçilerin Sağlık Güvenceleri
Osmanlı devletinde diğer görevlilerde uygulandığı gibi mesleğini yapamayacak kadar hasta olan dişçilerin hastane masrafları devlet tarafından karşılanmış, maaşları ailelerine tahsis edilerek geride kalan ailenin geçimini temin etmesi sağlanmıştır.13
Çaresiz bir hastalığa tutulan veya düzenli olarak iş yapamayacak kadar hasta olan kişiler hakkında raporlar hazırlanarak kişinin işten el çekmesinin yolu açılmıştır. “İllet-i mecnûn” veya “monumani” adı verilen hastalığa tutulmuş, cinnet geçirmiş diş doktorunun ilkin “bâb-ı zabtiye doktorları”, daha sonra bîmarhâneye gönderilmesine, kesin karar alınması için de mekteb-i sıhhiye nezâretine gönderildiği ve kişinin, konunun uzmanlarından oluşan bir komisyon tarafından tedavi edilip kişi hakkında nihai kararın verildiği görülmektedir.14
3. Dişçilerin Maaşları
Dişçilere verilen maaşlar, rüsûm-ı zecriye mukâtaası malı,15 cizye mukâtaası malı veya zecriye sandığı16 olarak adlandırılan gelir kaynağından ödenmiştir.
Dişçiler 1781 yılında günde 5 akçe tabâbet yevmiyesi almışlardır (1 Ş 1195/23 Temmuz 1781). 17
Maaş miktarı 1818,181819,191820,201821-2221ve 182622 yıllarında aylık 300 kuruş olarak gerçekleşmiştir.
Dişçibaşıların maaşına bakacak olursak, 1864’te eczahâne-i hümâyûn dişçibaşısı 650 kuruş23 1866’da emekli olan Dişçibaşı Dibacıoğlu’nun ise 1000 kuruş maaş aldığı görülmektedir. 24
1907 yılına ait bir diğer vesikada Leon Terziyan Efendi'nin mâbeyn-i hümâyûnda münhal bulunan dişçilik25 görevine 1000 kuruş maaş talebinde bulunarak atanmak istediği görülmektedir.26
Dişçibaşıların aldığı maaşın geçimlerini sağlamaları konusunda bazen yeterli olmadığı anlaşılmaktadır. Nitekim 1912’de Saray-ı Hümâyûn Dişçibaşısı olarak gözüken Hayd’ın ihtiyaçlarını tam olarak karşılayamadığını gerekçe göstererek, maaşının 2700 kuruşa yükseltilmesi konusunda saraya bir dilekçe vermiştir (29 Ra 1330/18 Mart 1912).27
Sarayda görevli dişçiler vefat ettikleri zaman maaşlarının bir kısmı devlet tarafından hazine adına kesilip, bir kısmı müteveffanın ailesine tahsis edilmiştir (24 Z 1280/31 Mayıs 1864).28 Mesela eczahâne-i hümâyûn dişçibaşılığından muhreç Abraham’ın vefat etmesi üzerine maliye hazinesi tarafından tahsis edilen aylık 650 kuruş münhal kalmış, bu maaşın 200 kuruşu yine eczahâne-i hümâyûn memurlarından olan müteveffa Abraham’ın da oğlu olan Dişçi Yakuti’ ye tahsis edilmiştir. Konu ile ilgili senedin hazırlanması ve geri kalan 450 kuruşun da hazineye bırakılması konusunda yazışma yapılmıştır (24 Z 1280/31 Mayıs 1864).29
Dişçiler geçici süre görevlerinden ayrılmak zorunda kaldıkları zaman yerlerine bir vekil tayin etmişlerdir. Kişi görevi başına dönünceye kadar maaşları vekil kişiye ödenmiştir.30
Dişçiler emekliye ayrıldıkları zaman darbhâne-yi âmire ve hekimbaşılığın görüşleri doğrultusunda maaşları kesilmiştir. Bununla beraber bazı dişçibaşıların görevde bulunduğu dönemdeki maaşı emekli olduğu zaman da almak istedikleri ve bu konuda saraydan talepte bulundukları anlaşılmaktadır. Ancak bu tür talepler kural gereği olarak darbhâne-yi âmire ve hekimbaşılığın görüşleri doğrultusunda geri çevrilmiştir.31
1907 yılına ait bir vesikada mâbeyn-i hümâyûn eczahânesinde görevli dişçi ve tabiblerin maaşları belirtilirken tabiblerin maaşları 560, 1200 ve 2150 kuruş olmasına karşılık görevli iki dişçinin 500’er kuruş maaş alması dişçilerin devlet tarafından tabiblere göre ikinci sırada tutulduğunu göstermektedir (20 B 1325/29 Ağustos 1907).32 Bu veri diş hekimlerinin 18. yüzyılda olduğu gibi (Uzel 2000:781/Uzel 1992: 581/ Uzel 2001: 657) 20. yüzyıl başlarına kadar uzun bir süre gereken öneme haiz olmadığını göstermesi açısından önemlidir.
4. Dişçilerin Ödüllendirilmesi
Osmanlı devletinde sivil bürokrasinin önem kazanması ile beraber teşrîfât kurallarında da birtakım düzenlemeler yapılmıştır. Bu çerçevede 1834 yılında ûlâ, sânî, sâlis ve râbi olmak üzere dört sınıf mülkî rütbe ihdâs edilmiştir. Vezâret ve müşirlik rütbeleri ise bu dört rütbenin üzerinde yer almıştır. 1836’da yapılan başka bir düzenleme ile askerî teşkilatın başı olan seraskerlik, eskiden beri rütbe ve itibarları eşit tutulan şeyhülislamlık ve sadrazamlıkla aynı seviyeye getirilmiştir. Keyfi nişân verilmesi ve bunların masraflarının hazîneye yük olmasının önüne geçilmek amacıyla rütbe ve nişân nîzamnâmesi hazırlanmıştır. Nîzamnâmenin yerine daha sonra beş rütbeden müteşekkil ve sayısı sınırlı olan mecidiye nişânı ihdâs edilmiştir. Bu nişânla ilgili muameleleri yürütmek üzere bir de nişân meclisi kurulmuştur. (Akyıldız 2006: 48-49).
Ödüllendirilecek dişçilere verilen madalya ve nişânlar tespit edildikten sonra nişânların imal edilmesi için maliye nezâreti ile yazışma yapılmıştır.34
Osmanlı tebasından olup yabancı devletler tarafından ödüllendirilen dişçilerimiz söz konusu olduğunda madalyalar hariciye nezâretine gönderilmekte, hariciye nezâreti tarafından bir tezkire hazırlanarak bu madalyaların ilgili kişilere verilmesi konusunda saraya arzda bulunulmaktadır.35 Bu çerçevede madalyanın kabul edilmesi ve ilgili kişiye asılması konusunda irâde-i seniyye çıkarılmaktadır. İrâde-i seniyyenin uygulanmasından hariciye nazırı sorumlu tutulmuştur.36
4.1. Dişçilerin Ödüllendirilmelerinde Etkili Olan Unsurlar
Araştırma kapsamındaki vesikalarda sarayda veya saray dışında görev yapan dişçilere bir takım nişân ve madalyaların takdim edildiği görülmektedir. Ancak sarayda görevli dişçilere hangi hizmetinden dolayı nişân verildiğine dair vesikalara herhangi bir veri yansımamıştır. Muhtemelen sarayda vermiş olduğu hizmetten duyulan memnuniyet dişçilerin ödüllendirilmelerinde etkili olmuş olmalıdır. Bununla beraber saray dışında hizmet veren bazı dişçilerin niçin ödüllendirildiğine ilişkin vesikalara az da olsa bazı veriler yansımıştır. Saray dişçilerinin de ödüllendirilmelerinde etkili olduğunu düşündüğümüz bu unsurlar şu şekilde sıralanabilir:
4. 1. 1. Fakirlerin Ücretsiz Tedavisi
Dişçilerin nişân ile ödüllendirilmesinin nedenlerinden birisi fakirleri ücretsiz olarak tedavi etmeleridir. Özellikle vilayetlerde meccanen görev yapan bu nitelikteki dişçiler vilayet yönetimi tarafından başkent İstanbul’a bildirilerek uygun bir rütbe ile ödüllendirilmeleri sağlanmıştır.37
4. 1. 2. Sanatlarındaki Beceriler ve Yeni Bir Keşif Yapılması
Dişçilerin sanatlarında gösterdiği beceri ve yaptıkları keşifler de ödüllendirilmelerinde etkili olmuştur. Mesela sanatındaki maharetinden dolayı Dişçi Nikoli Efendi'nin sanayi madalyasıyla taltifi için yazışmalar yapılmıştır (29 M 1324/16 Mart 1906). 38
Dişçi Nasib Alik de kullanılması kolay (sehlü’l-isti’mâl) bir çeşit diş kerpedeni icad etmiş (ihtira’) ve bu konuda beratını almıştır. Kerpeden emsaline göre kullanılması son derece kolay bir kerpeden olduğu için devlet tarafından da taltif edilmesi uygun görülmüştür. Bu çerçevede Dişçi Nasib Alik’e bakır ihtira’ madalyası verilmesi için ticaret ve nâfia nezâreti tarafından bir tezkire hazırlanmış, durum sadrazam tarafından da padişaha arz edilmiştir. (17 Ş 1321/8 Kasım 1903).39
5. Diş Sağlığının Korunması İçin Yapılan Bazı Öneriler
19. yüzyıla kadar görgü, cesaret biraz da bilgiye dayanan gezginci hekimler, kırık çıkıkçılar, nalbant, demirci ve berberler tarafından icra edilen bu meslekte dişi çürüten kurtları bazı tozlarla, merhemlerle öldüreceklerini iddia eden ve hacamat yapmak, sülük yapıştırmak ve şişe çekmekle diş ağrılarına çare bulmaya çalışan kişiler önemli bir etkiye sahip olmuşlardır (Muğan 1994:62). Fatih döneminin hekim ve cerrahlarından Şerefeddin Sabuncuoğlu’nun Zehrâvî’den çevirdiği Kitâb-ı Cerrâhiyetül-Hâniye isimli eserde diş eti, diş ağrısı ve apselerde yapılan dağlama teknikleri, 16. yüzyılda yaşamış Hekim Nidai ağız kokusu, diş ağrısı, dişeti nezlesi, diş temizliği, diş kurdunu dökme ve diş çekimi gibi konular, Kanuni dönemi saray hekimlerinden Musa b. Hâmûn’un yalnızca diş hekimliği konularını içeren bir kitap yazarak dişlerin sallanması ve çekimi, yine 16. yüzyılın ünlü hekimlerinden olan ve Osmanlı padişahlarının (II. Bayezid, Kanuni, II. Selim) hekimliğini de yapmış olan Hekimbaşı Kaysûnizâde’nin Risale’sinde diş ağrısının tedavisi gibi konularda birtakım bilgiler sunulmuştur (Efeoğlu 1992: 40, 53, 54).
Sabuncuoğlu’nun Akrabadin tercümesinde içinde bez parçası, ban otu tohumu, şarap, tiryak, afyon, sirke ve hardal bulunan bir formülle geçici dolgu önerilmekte, diş kurtlarını dökmek için tütsü formülü verilmektedir. Diş etinin pekişmesi için Hint tuzu, sater, şap, zeravendinin katranla dövülüp karıştırılıp yakılması, zencefil, zubdel bahar ve şekerin dövülerek yanmış hablara karıştırılması ve dişlere sürülmesi tavsiye edilmiştir. Hekim Bereket çocuklarda diş sürme güçlüğüne karşı arpa tanesi ile dişyeri dediği alveol kretini masaj olarak önermiştir. Cerrah Mesud’un Hulasa isimli eserinde kanayan dişetleri için sülük tutmak tavsiye edilmiştir. Şirvanlı Mahmud ise Kemaliye isimli eserinde dişeti kanamaları için parmak masajı ve ılık su gargarası veya içinde şap ve tuz bulunan bir pomadı dişetlerine sürmeyi önermiştir (Uzel 2000:770-774). Görüldüğü gibi bu döneme kadar yapılan uygulamalar diş taşlarının kaldırılması, keskin kenarların giderilmesi ve çürük kavitelerin çeşitli karışımlarla doldurulması gibi unsurlardan ibaret olmuştur. Dişlerin sistematik bir şekilde korunması düşüncesi ise ancak 19. yüzyılda ortaya çıkmıştır58 (Efeoğlu 1992: 84). Nitekim Osmanlının son dönemlerinde dişçibaşı olarak görev yapan Saray Dişçibaşısı Sami Günzberg’in diş ve ağız sağlığının korunması için şu önerileri dikkat çekmektedir. Bunlar;
a) Her sabah ve akşam yatarken dişler diş tuzu ve fırça ile temizlenmelidir.
b) Kullanılan diş tuzlarının içerisinde asit türü ve ekşi maddelerin bulunmamasına dikkat edilmelidir.
c) Diş etleri şiştiği takdirde 15 gün sadece tuzlu su ile gargara edilmeli ve fırçalanmalıdır. Fırçayı yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya sürmek gereklidir, eğer etler kanarsa buna hiç önem verilmemeli, devam etmeli, zira birkaç gün sonra bir daha kan gelmeyecektir.
d) Ağız kokusu için bir kahve kaşığı “lesterin lamberi Americain”i yarım kadeh suda halledip gargara etmeli ve dişler fırçalanmalı veya bir çorba kaşığı “humzlu su” yarım kadeh suda eritilip gargara yapılmalı ve dişler fırçalanmalıdır.
e) Diş fırçası haftada iki defa, kaynayan su içerisinde temizlenmelidir.
g) Herkesin en az iki ayda bir defa dişçiye giderek dişlerini muayene ettirmesi, böylece ilerde meydana gelebilecek olası problemlerin önünün alınması gereklidir (Bali 2007: 330-331).
Sonuç
Diş hekimliği ile ilgili şimdiye kadar yapılmış olan çalışmalar genelde diş hekimliğinin uygulama şekilleri, diş hekimliği mektebi, mektepte görülen dersler, öğrencilerin niceliği ve burada görev alan öğretim üyeleri hakkındaki bazı değerlendirmeleri içermesine karşın araştırmamızda analiz edilen belgelerle, sarayda görev yapan dişçi ve dişçibaşılar ve bunların sosyal güvenceleri hakkında bazı tespitler yapılarak alan içerisindeki bir eksiklik giderilmeye çalışılmıştır.
Osmanlı devletinde klasik dönemde sarayda yapılan dişçilik görevinin müstakil bir görev olarak yapılmadığı, hekimbaşının nezaretinde saray tabibleri tarafından tıbbın bir yan uğraşı olarak yapıldığı anlaşılmaktadır. Ancak diğer alanlarda olduğu gibi dişçilik de 19. yüzyıl sonlarından itibaren ihtisas sahibi kişiler tarafından yapılmaya başlamıştır. Nitekim önceden babadan oğula, ustadan çırağa geçen diş çekme, apse açma gibi işlemlerin 19. yüzyılda piyasada iş yapan dişçiler açısından bile belli kurallara bağlanması buna işaret etmektedir. Önceleri Türk tıbbının içerisinde gelişme gösteren diş hekimliği, 1908’den itibaren tıp fakültesine bağlı dişçi mektebinin açılmasıyla daha da sistemleşmiştir (Uzel 2005: 36).
Diş hekimliğinde görülen gelişmeler sarayda mabeyn-i hümayun eczanesinde üç tabible beraber üç dişçinin de istihdam edilmesinde etkili olmuştur. Diş hekimliği bu dönemde, her ne kadar müstakil bir meslek olsa da diş hekimlerine tıbbın diğer alanlarında görev alan tabibler kadar maaş verilmemesi dişçilik mesleğine tabiblik kadar önem atfedilmediğini düşündürmektedir. Bununla beraber İtalyalı Dişçi Kazoli Refâil ve Sami Efendi örneğinde olduğu gibi bazı dişçilerin asli vatanlarını terk ederek Osmanlı ülkesine yerleşmesi, Osmanlı devletinin Avrupalı bilim adamlarının bilimsel yeterliliklerinden faydalanmak için onlara cazip imkanlar sunduğunu dolayısıyla dişçiliğin bilimsel temellere oturtulmaya çalışıldığını ve Müslim gayri Müslim ayırımı yapılmaksızın bilimin önünün açılmaya çalışıldığını göstermektedir. Bu çerçevede saray dişçilerinin maaşlarının da yeterli düzeyde olmasa da artırıldığı görülmektedir. Nitekim 1818-1826 yılları arasında bir saray dişçisi aylık 300 kuruş maaş alırken, 1907’de 500 kuruş maaş alması buna işaret etmektedir.
Sarayda görev yapan dişçilerin genelde gayri Müslim olması bu mesleğin genelde gayri Müslim kökenli kişilerin uhdesinde olduğunu akla getirmektedir. Nitekim konuyla ilgili tespit edilen vesikalarda bu yöndedir.