1. Giriş
Yahya Akengin'in şiiri, ele aldığı konu ve temalar bakımından geniş bir yelpazeyi kapsamaktadır. Toplumun, günlük politikanın ve çağın eleştirisi; büyük kentlerin kirliliği, deprem, savaş, yol, masalsı geçmiş ve geçmişin yüceltilmesi, doğa, hüzün, rüya, ayrılık, pişmanlık, yalnızlık konuları Eylül Kuşatması (Akengin, 2001)'nda işleniyor. Masaldan gerçeğe, Osmanlı'dan günümüze; büyük bir konu coğrafyasında at koşturmuş Akengin.
Gerek ele aldığı konular, gerekse konuları işleyiş bakımından Yahya Akengin, denebilir ki tam bir Hisar şairidir. Hisar şiirine egemen olan coşumculuk (romantizm), onun şiirinin de özünü oluşturuyor. Kente alternatif olarak doğanın sunuluşu; "toplum hayatının insanı bozduğuna" ve "mutluluğu doğada bulduğuna" inanan, romantizmin önemli yazarlarından Jean Jacques Rousseau'yu anımsatıyor (Göker, 1986, 26). Doğadan hareket ederek duygularını anlatma biçimi de coşumculuğun ondaki bir başka yansımasıdır. Şaire göre -bağlandığı disipline uygun bir tavırla- gönül, akıldan önce gelmelidir. Rüya, masal, anı, hülya kavramları; bu şiiri besleyen romantik damarlardır.
2. İzlek (Tema)
Doğa sevgisi; dağı, çiçeği, denizi, göğü, yıldızı, ayı, toprağı ile Akengin'in şiirinde oldukça geniş yer tutar. Charles Baudelaire'in "Bir tapınaktır doğa, canlı sütunlarından / Belli belirsiz sesler duyulur ara sıra / İnsan orada geçer tanıdık bakışlarla / Kendini gözetleyen simge ormanlarından" dörtlüğüyle başlayan Uyuşumlar (Correspondances) şiirinin (2001, 25) uç verdiği simgecilerin, giderek doğayı büyülü bir tapınak hâline soktuğu anlayışa benzer bir tutum görüyoruz Akengin'de. Gökyüzünde, çeşmelerde, enginlikte, ölülerde, insanın yüzünde, başı bulutlu dağda bir giz arar ve bulur. Ancak o, simgeciler gibi gizin neden kaynaklandığını araştırmaz, onu simgeleştirmeye gitmez. Bu, daha çok yerli bir yaklaşım olup mistiklerin Tanrı'yı doğada aramalarını andırır.
Şair, doğanın kirlenmesini insanın bozulmasına bağlar. Kentin gönüllü tutsağı, uygarlık peşinde koşarken sevgilerini yitirmiştir. Sakinlerini soysuzlaştıran şehirler; alçak, fırsatçı, uğursuz ve hırsızların kol gezdiği bir mahşer yerine dönmüştür. Kayıp bir sevgilinin sesi gibi dağların ilettiği çağrı, belki insan için bir kurtuluş nedeni olacaktır. Eninde sonunda kentin dağa salacağı insan, özüne dönecektir.
Aslında kentleri kirleten, insanı yozlaştıran; içinde bulunduğumuz, teknolojinin alabildiğine hızlandığı, yüz yüze iletişimin handiyse yok olduğu "uçarı bir çağ"dır. Akengin'e göre çağ bunalımının nedenini insanın Tanrı'dan uzaklaşmasında aramalıdır. Dingin ve mutlu günlere yeniden kavuşmak için doğaya ve Tanrı'ya yönelmek gerekir.
Çeşmelerin suyu kesilmiş, eski zaman saraylarında yeller esmektedir. Şair, bu durum karşısında; Kaf Dağı, kalyonlar, şarap sarnıçları, dilberler, peri kızları, kızıl elma, yedi dağ, Leyla ve Mecnun, Ferhat ile Şirin, Kerem ile Aslı gibi simgelerle şiirinde, Doğu'ya özgü güçlü bir masal dünyası oluşturur. Söylencelerin büyülü atmosferinden kopup gelen bu kavramlar, kimi zaman zemin ya da dekoratif gereç olarak kullanılırken çoğu zaman geçmişe özlem ve geçmişin yüceltilmesi izleklerini kurar. Yeniçeri, Sinan, akın, beyler gibi Osmanlı uygarlığının simgelerini de bu izleği çevreleyen örgü içinde düşünmek gerekir.
Yukarıda sözü edilen temanın bir başka dekoru ise öz müzik değerlerimizden biçilmiştir. Halk müziği ve -Karacaoğlanca söylersek- ille de Türk sanat müziği kavramları; ud, tambur, ney, mızrap, şarkı, saba, hüzzam, muhayyer, evcara, nihavent, sûzidil, hanende feza, hicaz, feza, sûz-i dilara, saz, ninni, halay ve barıyla Akengin’in şiirindeki geçmiş hayaline parlak bir leitmotif oluşturur.
Geçen zamanı, içinde yeniden kurmaya çalışan şairin, anımsama izleğini kutsallaştırması bizi şaşırtmaz. Bununla yetinmez, mitolojik bir rolle donatarak onu evrenin yaratılışına kadar uzanan bir ezelilik içinde algılar (9). Onda anımsama "geçip gittiğini sandığım"ız zamanların gizli sığınağıdır.
Akengin’de akşam, soluk bir renkle ve hüzünle sökün edip gelir. Akşamla güzeller bile hüzünlüdür. Ancak, soylu bir duygu olan hüzün, eninde sonunda sevince dönüşecektir. Tam da bu nedenden, yaşamanın sıkıntısından şikâyet etmez şair, olduğu gibi kanıksar her şeyi.
Akşamın hüznüne karşın yıldızlardan kurulmuş bir şehirle "gecenin kalbi aydınlık"tır (40). Akengin, Ahmet Haşim’in bilinmeyen, dahası, olmayan bir ülkede aradığı ve yarattığı "o belde"yi; özgün bir imgeyle "sarkıtılan kandiller gibi ışıyan yıldızlar"la bulur. Esrik bir hâldeyken geceyle kendisini tamamlayan şair; belki de en güzel dizesiyle seslenir: "Al götür beni ay, bozkırda yanan ateş bizdendir" (39).
Getirdiği hüzünle akşamın bulanık, gecenin ise aydınlık olması ilginç bir karşıtlıktır. Birbirini tamamlayan, birbirine benzeyen bu iki süreç, aynı renk ve gereçlerden mamul bu iki resim, garip bir trajedinin oyuncuları olurlar. Akşamın hüznüyle kararan ruhun, gecenin iki meyvesi, uyku ve rüyayla aydınlanması, bu paradoksun naif bir yorumu olsa gerek.
Eylül Kuşatması şairinde yol; güzellik, ömür, daha çok gurbet izleği ile bütünleşir. Yolcunun kısmetine ya cennet meyvesi ya da ağulu çiçek düşer. Gurbet, yalnızlık duygusuyla alevlenince taşradan gelen için şehir bir çığlık olur. Bu imge, yalnızlığın estetik biçimde dışlaştırılmasıdır.
Kitaptaki ilginç bir durum da kavram olarak geçse bile tema olarak aşkın, hiç işlenmeyişi ya da bir şiire bütünüyle egemen olamayışıdır. Aynı islim üstündeyken şunu da söylemek gerekir, yaşlılıkla birlikte sevgiye sığınış artar şairde.
Mistisizm, öte ve din izlekleri; içerik olarak halk şiirinden alınmış olmakla birlikte söylem olarak kaynağından farklılaştırılmıştır. Nesnelerin birbirine dönüşmesinden hareket ederek yeniden doğuş ya da diriliş, alttan alta onun şiirinde varlığını gösteren bir temadır. "Devir" düşüncesi Gelgit şiirinde ve Toprağın Büyüsü’nün ilk ve son bentlerinde kuvvetle hissedilir.
3. İmge
"Su" imgesi; çeşme, pınar, dere, ırmak, deniz, umman kavramlarıyla Eylül Kuşatması’nın önemli bir yapı taşı olarak görülüyor. Sürüp giden yaşamın, canlılığın, ömrün imgesi olarak algılanmış su. Akengin’de "Suların sesini dinleme saatleri" bile vardır (38). Suyun akışında, gizliden gizliye ona fon oluşturan bir türkü, zaman imgesi olarak da gösterir kendisini. Akengin; su, kar, yağmur, rüzgâr gibi akıcı imgelerle zamanı anlatır.
Rüzgâr; çok renkli, çok kimlikli bir imge salkımı olarak karşımıza çıkar. Ney gibi inleyip çiçeklerle söyleşen rüzgâr; dervişin, çobanın, sözün kısası insanın dostudur. Dirlik, at, vahşî hayvan, uğultu, sayfa onun imgeleşen yüzleridir. Rüzgârda, "dervişlerden kalma emanet" bir giz, mistik bir güç vardır. "Rüzgâr girdi gün görmüş beylerimizin konaklarına" (54) dizesinde görüldüğü gibi o, çoğunlukla zaman olarak karşımıza çıkar. İshak Paşa Sarayı’nda Rüzgâr da, onun bu niteliği, daha bir netleşir. Rüzgâr imgesinin böylesi değişen yüzü; Akengin’in, şiirini yoğunlaştırmaktan çok, dağıtışındaki tavırla aynıdır. Kendi içinde dönüşümler yaşayan, bin bir yüzüyle evreni dolaşan zaman; "süzülüp bir şarap" olup insanı da kendi esrik girdabına çeker.
Güz ve eylül imgesiyle kitapta sıkça karşılaşıyoruz. Eylül hüzün ayıdır Akengin için (9). O, simge olarak yaşlılığı ifade eder. Şair, yılın son mevsimini yaşamın bitişi ile özdeşleştirir. Bu aynılaştırma, Ahmet Haşim’den beri vardır şiirimizde. Ancak Akengin’in çizdiği sonbahar resmine, şefkatli bir elin gölgesi düşer. Bu el, "Ağartmış saçlarını, kalbi şefkatli / Yoluma durmuş anacığım gibi" (66) dizelerinden anlaşılacağı üzere huzuru da nabzında taşıyan annenin olsa gerek. Acıyan güz, kendisine eren insanı, annelik içgüdüsüyle bağrına basacaktır. Sonbaharın karşıtı, delişmen ve sevdalı bahar imgesinde ise kuşku, korku ve kedere yer yoktur.
Güzle, eylülle, akşamla gelen hüznü "yalnızlığın sultanı" olarak betimler şair. Hüzünle yalnızlığı, aynı potada eritir bir bakıma. "Ekmek parası gibi taşıyacaktım yalnızlığımı" (66) dizesi de bu tavrı sonsuzlaştırır.
"Bir semaverlik muhabbet" kadar kısa ve güzel olan ömür; biraz gülüş, biraz gözyaşıyla geçen bir "düğün"dür. Bir "kağnı" gibi sayısız "pençe"ler yiye yiye göçmekte olan "Ömür ki iki dünyanın buluştuğu ırmak"tır (41). Bu dize, insanı ve serüvenini anlatır bir bakıma. Ömür imgesinin ikiz kardeşi su gibi akan hayat, Akengin’e göre mertlikle yaşanması gereken bir süreçtir. Mertlikte, karşı koyuştan çok, gurur ve yiğitlik vardır. Diğer akışkan metaforlar gibi, hayat da zamanı işaret eder.
Gemi "dünya", kaptan "Tanrı", yolculuk "hayat", o belde ve öte "cennet", hancı "zaman", yolcu "insan", yaprak "gün / günler", dağ "özgürlük" gibi simgeler; Akengin şiirinin imge sistemini güçlendiren ögelerdir.
4. Renk
Şairin "gözünü çelen" renkler değişik tonlarıyla karşımıza çıkıyor. Mor (3 kez) "derinlik, belirsizlik, çürümüşlük"; mavi (3) "okşayış, ışık ve deniz"; yeşil (5) "doğa, bereket, şefkat, işaret"; sarı "ışık"; sarışın "hüzün"; kırmızı / kızıl / lâl "canlılık, albeni, kan"; pembe "şeffaflık"; kara / siyah / esmer (4) "yoğunluk, çaresizlik, gizem"; ak / beyaz / kar beyaz (5) "deneyim, umut, cemre, kar, çok ak, temizlik"; kırçıl "aydınlık" anlamlarıyla estetik boyut kazanmaktadır.
Akengin’in skalasına toplu olarak bakıldığında, karşıt renklerden ak ve kara arasında bir denge bulunurken soğuk renklerin (mor, mavi, yeşil) sıcak renklere göre (kırmızı, kızıl, sarı, sarışın, pembe) yoğunluğu görülüyor. Böylesi bir tuval, tutkudan çok dinginlik üzerine kurulan bir şiirin ifadesidir.
5. Ritim ve Ezgi
Eylül Kuşatması’ ndaki şiirler, çoğunlukla dörtlük ve bent birimleriyle kurulmuş. Yalnızca Sabadan şiiri (69) heceyle -on üçlü hece ölçüsüyle- diğer şiirler serbest nazımla yazılmıştır. Daha çok 12-15 heceden oluşan uzun dizeler, gevşek bir doku oluşturuyor. Çapraz, düz, sarmal ve mâni tipi olmak üzere bütün uyak örgüleri kullanılmış; tam uyak, yarım uyak ve redifle ritim sağlanmıştır.
Mehmet Kaplan’ın Dıranas için söylediği "Şair çok defa şiir cümlelerini kafiyeden hareket ederek kurar" (1987, 335) saptamasının tersi, Akengin için söylenebilir. Onda uyak, dizeden sonra yerini almaktadır. Önce duygular, hayaller söze dökülmekte; uyaklar son bir fırça vuruşuyla yerine konmaktadır.
Ünsüzuyum (aliterasyon), ünlüuyum (asonans), yinelemeler ve ikilemelerle ezgi oluşturulmuştur. Bunların içinde en zengin olarak kullanılan ünsüzuyumdur. "Düşsün, düşen yaprak solsun solan çiçek" (10) dizesindeki "ş" ve "s" ünsüzleri, "Gür nehirlerinin esrarlı şırıltısı" (12) dizesindeki "r" sesi gibi kitapta birçok ünsüzuyum bulmak mümkündür. "Yoz oldu kokusu, soldu benizleri" (34) dizesinde "o", "Nasıl bakardı ufka ve nasıldı dağ başında saadet" (56) dizesinde "a" ünlüuyumları hemen fark edilenlerdendir.
Sözcük yinelemelerinde değişik uygulamalar yapılmış. "Şu telinde bir sevda baharının şavkı var / Şu çizgide bir eski yaz gecesi uzar" (9) dizelerinde "şu" ve "bir" sözcükleri simetrik yinelem oluşturuyor. "Şimdi hülyalı atlaslarında kervanlar çözüldü / Bütün ümitler iki bin’e ertelidir şimdi" (13) dizelerindeki "şimdi" sözcükleri, karşıt yinelem meydana getiriyor. "Bir ucu sılada kalbinin, ümitlerde öbür ucu" (16) dizelerindeki "uç" sözcükleri, yan yinelem oluşturuyor. Bunların yanı sıra konuşma dilinde de mevcut olan "gizli gizli, ödeye ödeye, avaz avaz" gibi ikilemeler de yinelemeleri güçlendiriyor.
"Andıkça İstanbul’u daldıkça Ağrı Dağı’na / Tutulmuş gönlü ve gururu / İhtirasın alevden ilmiklerle örülü ağına" (55) gibi, "Çolak Paşanın Dersaadet’e özlem duyması / Ve Ağrı’nın heybetine ortak olma rüyası / Nice ömürler bitirir kan ter içinde" (56) gibi akışkan dize (anjambman)nin birkaç örneği var. "Bu kartal şehrinin dillere destan, som altın / Kapısından desturla giren nice dilber, nice yiğit" (56) gibi "Bazen ürkek bir güvercin / Kanadında giden zamanı" (64) gibi az da olsa kırık dize örneklerine rastlıyoruz.
Akengin’de geniş cümle örnekleri az. Onun şiir cümlesi çoğunlukla ya tek dizeden ya da Cumhuriyet döneminde çok yıpranmış olan iki dizeden oluşuyor. Durağanlığa dönük olan bu yapı, genellikle cümlenin yana uzamasından kaynaklanıyor. Tekdüzeleşen dize ise tonunu değiştirmeyen bir ezgi ortaya koyuyor. Geniş dize örneklerinin aynı şiirde toplanması; İshak Paşa Sarayı’nda Rüzgar şiirinin ritim ve ezgi gücünü açıklarken bu saptamanın doğruluğunu da sınıyor. Eylül Kuşatması dize modelini, hecenin ikinci kuşağından değil, öncü hececilerden almıştır.
6. Üslup
Kitaba betimleyici ve anlatımcı bir üslup egemendir. Betimlemelerle, şiirine zengin bir resim malzemesi sokan şair; yer yer pitoresk diyebileceğimiz bir dizeyi bulur. Çevre betimlemesine verdiği ağırlık, romancı bakış açısına sahip oluşundan kaynaklanıyor olsa gerek.
Yahya Akengin’in kendisini ele veren, yalın, açık bir üslubu var. Kitaptaki sayılı simge; anlamı saklamaktan çok, içeriği daha iyi anlatabilmek için seçilmiştir. İçine girmek isteyen herkesi kabul eden bu şiir Yahya Kemal’in aydınlığını anımsatır. "Bugün olmasa da yarın, ille de yarın" diyen şair, iyimser bir havada umudun şiirini söyler.
"Sunulası, edende, gelende, geçende, şavk" gibi sözcükler; "Söyledim olmadı küstüm olmadı", "Barıştım olmadı küstüm olmadı" gibi söyleyişler; "Kubbe kubbe düğüm düğüm", "dağlara dağlara" gibi kullanımlar; "Ya beni de götür ya sen de gitme" gibi alıntılar; belirgin biçimde halk şiirinin sesini Akengin’in dizelerinde duyurur. Halk ve Divan kültüründen motiflerle bezenmiş bu şiirde, yinelenen güvercin ve ceylan kavramları, güzellik motifi ve geleneğin soluğu olarak hissedilir.
"... lakin deniz / Hep deniz, aşk ile çılgın aşk ile sakin deniz" gibi yoğun dizeler olmakla birlikte genellikle uzun dizelerle oluşturulan bu şiir, gevşek dokuludur. Şair, İshak Paşa Sarayı’nda Rüzgâr’ da akışkan, kırık ve cümle içinde duran dizelerle -Tevfik Fikret dizesi- yakaladığı geniş anlatımı, diğer şiirlerinde yakalayamamıştır. Çünkü Akengin; biçim ve söyleyişten çok, içeriği daha fazla gözetir. Ancak "kanlı telaş" gibi, "hüzün şalı" gibi özgün imgelere de dikkati çekmemiz gerekir.
Yukarıda adı geçen şiirde, diğerlerinden farklı olarak epik bir üslup ve davudi bir ses vardır. Fonda sanki Yahya Akengin’in ağır ağır okuyan, sözcüklerin üzerinde duran sesi duyulur gibidir. Oylum geniş tutulsa bir küçük destan ya da uzun bir şiir ortaya çıkabilirmiş. Buradaki destansı eda, baba sevgisini ve özlemini anlatan Babamın Ardından (33) şiirinde azalarak sürer.
Şair; bir tema çevresinde yoğunlaşmaktan çok, gözünün değdiği her şeyi almak isteyen bir hevesle temadan temaya atlar. Evrenin sunduğu çeşitlilik karşısında, şiirine her şeyi doldurma isteği; onun yoğunlaşmasını engelleyen, şiirini dağıtan bir durumdur. Böylece şiirinin oluşumunda çağrışım, önemli bir rol elde eder.
Kimi şiirlerinde seslenme tarzını buluruz. Bu bağlamda düşünülebilecek Birileri Var (16) şiirinin üçüncü dörtlüğündeki üslup, Bilge Kağan’ın seslenişini andırır.
7. İzdüşüm
"Şiirler alır saltanatlar satarım" (79) dizesinde Orhan Veli Kanık’ın Eskiler Alıyorum (2001, 69) şiirindeki "Eskiler alıyorum / Alıp yıldız yapıyorum" ve "Eskiler verip musikiler alıyorum" dizeleriyle özdeş bir tını vardır.
"Mor ikindiler" tamlamasında Ahmet Muhip Dıranas’ın Serenad (2000, 19) şiirindeki "mor akasyalar" Yaz Göç Ediyor (2000, 53) şiirindeki "mor dağlar" sözcük öbeklerine bilinçli bir anıştırma (telmih) var. "Dönmeyen âşık" (53) sözü de Dıranas’ın Olvido şiirinden sızmış.
"Gemiler geçmeyen ummanlar" (12) dizesi, Yahya Kemal Beyatlı’nın Itri şiirinin "Gemiler geçmeyen bir umman" (1974, 19) dizesinin yansımasıdır.
8. Sonuç
Anadolu; coğrafyasıyla, kültürüyle, şairleriyle Akengin’in şiirinde bir bütün olarak vardır. Bu dizelerde şehirle bir türlü barışamayan Anadolu çocuğunun çığlığı duyulur. Şaire göre vatan; sevginin olmadığı şehir değil, bozkırdır. Büyük şehre bir taşralının gözüyle bakar hep. Bu kadar hır gür, bozulma içinde doğaya kaçmak, masalsı geçmişi özlemek ya da hülyalara sığınmak tek kurtuluş yoludur. Geçmişte bulduğu ise mutantan Osmanlı çağı ve hayal ufuklarının ötesindeki Kaf Dağı'dır. Onun gayesi bir masal evreni yaratmak değil, geçmiş zamanın büyüsünü böylece pekiştirmektir.
Ömür, zaman, insan hep akıp gider. Şair, akış içindeki dünyayı bir gurbet, bir ayrılık yeri olarak görse de bu durumu bir trajedi olarak değil, yaşamanın bir gereği olarak kabul eder. Bu davranışa, mistiklerin tanrısal özleyişi egemendir. Hayatın sonu ölüm olduğuna göre Tanrı’ya sığınmak gerekir. Böylece ölüm, ölümsüzlüğe dönüşür. Şairin, ölüm karşısında iç çatışma yaşamamasının nedeni, kalbinde kuşkuya hiç yer vermemesidir.
Akengin şiirinin ana izleğini, geçmişe özlem oluşturur. Birçok izlek, geçmişe özlem izleğinin kozasından çıkar, tekrar ona döner. Geçmiş, kendi çocukluğundan öte bir süreç olup Türk’ün Anadolu macerasına kadar uzanır. Tarihe bakış ve geçmiş duyguları bağlamında Yahya Kemal’le yolu bir daha kesişir Akengin’in.
Şair, İstanbul’a bakarken bugünü değil; Sadabad, Göksu, Âşiyan, Haliç ile altın bir çerçeve içinde parlayan; ud, tambur ve ney seslerinin gökyüzünü doldurduğu parlak Osmanlı İstanbul’unu görür. Zira hiçbir şehir, bugün değildir onun için. İstanbul’a, Erzurum’a, Bayburt’a baktığında onlarda geçmişin -Italio Calvino’nun deyimiyle söylersek- "görünmez kentler"ini bulur.
Akengin’deki geçmişe özlemin nedeni ne olabilir? Babasının okuduğu ilahiler; Yunus Emre, Köroğlu, Emrah, Zihnî gibi halk şairlerinin dile getirdikleri Anadolu; doğa içinde geçen çocukluk; dinlediği halk masalları, Dede Korkut Öyküleri; ninesinin ağıtları; "annesinin bohçası"nda derlenmiş zamanlar ve çağın hızlı değişimi, doğal olarak onu geçmişe gönderir.