Anadolu’da Antik dönemden beri varlığı bilinen camın hemen hemen her dönemine ilişkin araştırmalar karşımıza çıkmaktadır. Özellikle Roma ve Bizans dönemi camcılığına ilişkin arkeolojik kazılara dayanan veriler bulunmaktadır. Buna karşılık, özellikle XIII. yüzyılda siyasi ve ekonomik bakımdan parlak bir gelişme gösteren Anadolu Selçuklularının cam işçiliği ve sanatı üzerine bilgilerimiz yok denecek kadar azdır. Öyle ki, düzenli kervan yollarıyla uluslararası ticareti kendine çeken, şehirlerinde her türden mesleğin uygulandığı Anadolu Selçuklu ülkesinin camcılıktan habersiz olduğu duygusuna kapılabilirsiniz. Belki de bu yüzden, Anadolu Selçuklu dönemi cam işleri hakkında şimdiye kadar yazılmış, kısa bilgilerden oluşan yazılarda bilinen sınırlı sayıdaki eşyanın Halep ve Şam gibi İslam kentlerinden ithal edilmiş olabileceği düşünülmüştür.
Anadolu Selçuklu devri cam sanatını ilgilendiren yayınlar arasında Gönül Öney ( 1976: 118-128; 1978; 1982: 71-80; 1990: 64-69) , Semavi Eyice (1968: 162-182; 1975: 197-199; 1990: 51-57), Ömür Bakırer (1990: 70-80; 2002: 291- 308), E. Yücel (1974: 21-29), Hüseyin Kocabaş (1981: 907-909), Fuat Bayramoğlu (1996), Üzlifat Özgümüş’ün (1985; 2000: 66-70), Önder Küçükerman’ın (1985; 1987) makaleleri ve kitaplarındaki bölümleri vurgulanabilir.
Bu döneme yönelik Alanya, Ani, Samsat, Yumuktepe, Harran, Diyarbakır Kalesi gibi merkezlerdeki arkeolojik kazılarda birçok cam buluntuya rastlanıldığı rapor edilmesine rağmen, bu malzemeler ayrıntılı biçimde yayınlanmamışlardır (Uysal 2008: 52-60). Anadolu’da Selçuklu dönemi camcılığı bakımından en zengin bulgular Kubad-Abad Sarayı kazılarında elde edilmiştir. Katharina Otto-Dorn-M. Önder (1966: 183; 1967:243; Otto-Dorn 1969: 480-482) ve Rüçhan Arık’ın kazı raporlarındaki1 kısa bilgiler ile, Otto-Dorn dönemi kazısında çıkan cam tabak hakkındaki Janine Sourdel-Thomine (1969: 500-505) ve Mehmet Önder’in (1969: 1-5) makaleleri hariç tutulursa; doğrudan Kubad-Abad camlarını ele alan bir yayın da yoktur. Bunlara, R. Arık’ın son kitabındaki cam buluntulara yönelik bilgi de eklenebilir. (2000: 181-182).2
Anadolu Selçuklu devriyle ilgili tarihî kaynaklar arasında “Selçuknâme” adıyla bilinen kronikler ve vakfiyeler ilk sırada yer alırlar. Bunların yanında bazı edebî eserler ve minyatürlü yazmalar döneme ilişkin bilgi kaynakları arasında sayılabilirler.
Bunlardan en önemlisi durumundaki İbn Bibi’nin Selçuknâmesi ile onun muhtasarı ve tercümelerinde Anadolu Selçuklu devrinde cam ve camcılıkla doğrudan ilgili bilgiye rastlanmamaktadır. Bununla birlikte tahta çıkış, düğün, zafer kazanma gibi olaylar vesilesiyle düzenlenen eğlence meclislerinde içki kadehlerinden sıklıkla söz edilmektedir.
Örneğin I. İzzeddin Keykâvus (M.1210-1219), Sinop’un fethinden (M.1214) döndükten sonra;
“...Süleyman’ın ihtişamıyla büyüklük makamına geçti. Ay yüzlü gılmanlar, iri gözlü hûriler gibi halis şarap testilerini ve ibriklerini kadehlere döktüler... Melikler, devlet büyükleri, ileri gelenler, Arap ve Acemin seçkin kişileri bir sürahi gibi terbiye dizlerinin üzerine çöktüler. Kışın ortasında sıcak odada altından yapılmış sazın sesleri göklere ulaştı. Şarkı söyleyen çalgıcıların nağmesi zemin ve zamanda sarsıntı meydana getirdi. Hoş yürüyüşlü keklik gibi yürüyen güzeller kalp ateşini alevlendirip ciğerleri kebap ettiler ve gözlerinden kanlı yaşlar akıttılar. Çengin sesi her tarafa yayılarak yengeç burcuna ulaştı... Sultan bu şekilde savaş defterini dürüp eğlence sofrasını serdirdi. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha kadar dolan kadehleri boşaltmakla meşgul oldu...” (İbn Bibi I,1996: 181).
Yine I. Keykâvus’un Erzincan melikinin kızıyla evlilik hazırlıkları kapsamında Erzincan’a başlık götüren heyetin onuruna verilen ziyafet ve eğlencede “...Mecliste bulunanlar sarhoşluğun son haddine kadar şarap kadehlerini” (İbn Bibi I,1996: 198) yudumlamışlardı. Düğünün ertesi günü davetlileri sarayın toplantı salonuna alan naibler, öğle yemeğinden sonra ; “...tas, kâse ve kadeh gibi içki aletlerini etrafta dolaştırmaya...” başlamışlar; ikinci sofranın kaldırılmasından sonra da “...kadehler tekrar dolaşmaya...” başlamış ve bu içkili eğlence bir hafta boyunca devam etmişti. (İbn Bibi I, 1996: 200).
I. Alaeddin Keykubad (M.1219-1237) tahta geçtikten sonra, bu vesileyle Konya sarayında görkemli eğlenceler tertip edilmişti. İbn Bibi’nin bu ortamı anlatan bir şiirinde “Zöhre yıldızı onların kadehlerindeki kabarcıklar gibi dans eder, bazen aşka gelip o kadehi ağzına tutar” (İbn Bibi I, 1996: 237) biçiminde mısralar dikkati çekmektedir. İbn Bibi I. Alaeddin Keykubad’ın huy ve faziletlerini anlattığı şiirde ise; “Akşam olunca sema ve şarabın sevinci gelir, dostlar mest, düşman ise perişan olurdu./ Öyle bir padişah meclisi düzenlenirdi ki, Zöhre orada hizmet etmek için can atardı./ Sürahinin gözünden kan damlar, kadehin yanağı lâl gibi olurdu” (İbn Bibi I, 1996: 245-246) mısralarını kullanmaktadır. I. Keykubad, M.1221’de Alanya Kalesi’ni fethettikten sonra Alara Kalesi’ni de fethetmiş ve “Savaştan muzaffer çıkmış olan şah, bu şekilde kadehler ve çeng arasında...” (İbn Bibi I, 1996: 270) eğlence meclisleriyle vakit geçirmiştir.
II. Gıyaseddin Keyhüsrev (M.1237-1246) zamanında, Suriye melikleri kendisinden yardım isteyince, bu amaçla Selçuklu ordusuyla sefere giden emir Zahireddin ve diğer emirler, birkaç gün Şam halkıyla birlikte olmuşlar ve “...İnsana neşe veren kadehleri yudumlayıp, testileri ve sürahileri...” (İbn Bibi II, 1996: 43) boşaltmışlardı.
İbn Bibi’nin eserinin birçok yerinde bu türden kayıtlar vardır. XIII. yüzyıldan Gülşehrî’nin Felek-Nâme adlı Farsça mesnevîsinde de “Gül renkli cam, her ne kadar içki sarayından başka bir yerde yoksa... Tatlı şerbeti senin kadehine döktüler...” (Kocatürk 2000: 202) tarzında ifadeler dikkati çekmektedir.
Yukarıdaki satırlarda anlatılan kadehler nasıl kaplardır ? Felek-Nâme’de geçen gül renkli camın içki sarayıyla ilişkilendirilmesi, bunun camdan bir kap olduğunu anlatıyor. Buna karşılık İbn Bibi’de kadehlerin hangi malzemeden yapıldıkları belirtilmemiştir. Sadece “kadehlerindeki kabarcıklar gibi” ifadesi cam kadehleri anımsatmaktadır. İncelediğimiz örneklerin bazılarında görüldüğü üzere, camın üzerinde kabaralar bulunabilmektedir. Dönemin yazmalarındaki minyatürler kadehlerin formu konusunda bize yardımcı olabilirler. Bu açıdan ilk akla gelen kaynak Ebu’l-İzz İsmail bin er-Razzâz el-Cezerî’nin ElCâmi’ Beyne’l-İlm ve’l-Amel en-Nâfi fî Es-Sınaâ’ti’l-Hiyel adlı eseridir. Cizreli olan Ebu’l-İzz yirmibeş yıl boyunca Artuklu sarayına hizmet etmiş; olağanüstü mekanik araçların bilgisini içeren ve kısaca Otomata adıyla ünlü minyatürlü kitabını Artuklu sultanı Nasrüddin Mahmud (M.1200-1222)’a M.1206 yılında Diyarbakır’da sunmuştur (İnal 1995: 26; El-Cezerî 2002: XVI). El-Cezerî’nin Topkapı Sarayı III. Ahmed Kitaplığı’ndaki nüshasında ( 2002: XLVII) yer alan kayık biçimli kap konulu otomat minyatüründeki figürlerin ellerinde (Res.1), benzerleri Kubad-Abad kazılarında da çıkan geniş ağızlı, ters koni biçimli cam kadehler görülmektedir. Bu tip kadehler Kubad-Abad çinileri üzerindeki resimlerde bağdaş kurmuş hükümdar figürlerinin elinde tasvir edilmiştir (Arık 2000: 140; Arık 2002: 265) (Res.2). Bu açıdan Kubad-Abad çinileri üzerindeki tasvirler tarihî bir belge niteliği taşımaktadırlar. Aynı formda kadehler arkeolojik buluntu olarak Samsat kazılarında ele geçmiş olup XIII. yüzyıla tarihlenmişlerdir (Öney 1990: 66-67; Redford 1994: 81-91). Yine Selçuklu devrine ait gümüş kakmalı bir bronz şamdan (Kaya Turgut Koleksiyonu) üzerindeki eğlence sahnesinde; çeng çalan sazendenin önüne oturmuş kişinin elinde benzer bir kadeh vardır (Kuban 2002: 36).
İbn Bibi’de geçen testi, ibrik ve sürahi gibi kapların da malzemesi belli değildir. Bunlar seramik, metal veya camdan yapılmış olabilirler. Bir içki kabı olarak sürahilerin cam eşya olmaları mümkündür. Selçuklu devrine göre daha erken bir örnek olmakla birlikte; Samarra Cevsâkü’l-Hakanî (IX.yüzyıl) Saray’ındaki bir freskte dansözlerin şişelerden kadehlere içki dökmeleri tasvir edilmiştir. Buradaki yuvarlak karınlı ince boyunlu şişelerin camdan olması gerekir (Otto-Dorn 1967: 86). Tüm Orta Çağ boyunca İslam camcılığında bu tipte çok sayıda kap bilinmektedir.3 Aynı formda bir şişe, Topkapı Sarayı Kütüphanesi’nde yer alan Varka ve Gülşah yazmasında karşımıza çıkmaktadır. Bu el yazması, şair Ayyuki’nin Farsça Varka ve Gülşah Mesnevisi’nin XIII. yüzyılda yapılmış minyatürlü yegâne nüshasıdır. Bu eserin, Hoylu Nakkaş Abdülmümin ibn Muhammed tarafından M.1250 yılı civarında Konya’da yapıldığı kabul edilmektedir (Pancaroğlu 2006:575-576). Yazmanın bir minyatüründeki savaş sahnesinde (Res.3), bazı figürlerin elinde söz konusu biçimde içki şişeleri ve ters koni biçimli kadehler vardır (Pancaroğlu 2006: 578). El-Cezerî’nin yukarıda sözü edilen yazmasındaki “ayakta içki içen kişi” ve “birbirlerine şarap ikram eden iki şeyh” minyatürlerindeki figürlerin ellerinde de ince uzun boyunlu, küresel gövdeli şişeler ve ters koni biçimli kadehler görülmektedir (El-Cezerî 2002: L, LI; Öney 1978: 143) (Res.4,5). Yine, XIII. yüzyılın ikinci yarısında Musul’da resimlendiği sanılan ve Viyana Millî Kütüphanesi’nde yer alan bir Kitâbü’l-Tiryak yazmasındaki “kebap ziyafeti” sahnesinin sağ üst tarafındaki figürlerden birisinin elinde (Res.6), içinde kırmızı şarap bulunan ters konik biçimli bir kadeh dikkati çeker (Brend 1991: 115; İnal 1995: 26). Bütün bunlar Orta Çağ İslam dünyasında Abbasilerden Selçuklu dönemine kadar bazı cam kap formlarının geleneksel biçimde tekrarlandığını göstermektedir. Bir Kubad-Abad çinisi üzerinde resimlenen ince boyunlu şişeye benzer parçalar arkeolojik buluntu olarak kazılarda bulunmuştur (Res.7). Saray eğlenceleri ve şölenlerinin ayrılmaz bir parçası olan içki (özellikle şarap) için Kubad-Abad’da bir şaraphane (İbn Bibi II, 1996: 35) bulunuyordu.
Yine Kubad-Abad kazılarında ele geçmiş olan cam tabak, arkeolojik boyutunun yanında, üzerindeki yazılar dolayısıyla da ayrı bir değer taşır. Konya Karatay Müzesi’nde sergilenmekte olan tabağın iç yüzeyindeki kitâbe, dönemin camcılığını belgelemek açısından en önemli tarihî kaynak niteliğindedir (Res.8).
Mineleme tekniğinde bezemeli tabak, Büyük Saray’ın kuzeybatı köşesine bitişik foseptik çukurunun içinde bulunmuştur. Tabak 30.5cm. çapında ve 2.4cm. yüksekliğindedir. İçindeki dairesel bordürde üç sıra halinde istiflenmiş kelimelerden oluşan Arapça sülüs yazı vardır. Kabın göbeğindeki dairesel madalyon rûmî motifleriyle dolgulanmıştır. Gövdenin dış yüzünde ise kıvrık dallı soyut bitkisel süsleme uzanmaktadır (Öney 1978: 137). Tabağın üzerindeki kitâbe Janine Sourdel-Thomine tarafından incelenmiştir.
Sourdel-Thomine’in okumasına göre4 , kitâbede Selçuklu sultanı II. Gıyaseddin Keyhusrev (M.1237-1246)’in adı, unvan ve lâkapları yer almaktadır. Tabağın üretim yerinin bir sorun teşkil ettiğini düşünen Sourdel-Thomine; özellikle kitâbedeki “kâmi’ü’l-kefere ve’l-müşrikîn muhyî’l-adl fi’l-âlemîn” ibarelerinin, adı geçen sultanın diğer kitâbelerinde görülmediğini; buna karşılık, yukarıdaki ifade biçiminin Suriye yöresi için tipik olduğunu ve Eyyûbî hükümdarlarının alışıldık unvan ve lâkapları tarzını yansıttıklarını (1969: 502) belirtir ve son olarak, bu tabağın Suriye’de üretilmiş ya da en azından Suriyeli tekniklere göre yapılmış olabileceğini5 söyler. Kubad-Abad ve Alanya kazılarında Selçuklu devrine ait çok sayıda cam buluntuyla karşılaşılması, söz konusu dönemde Anadolu’da da üretim yapıldığını göstermektedir. Konuya bu açıdan yaklaşıldığında; Selçuklu sultanlarının saray için cam eşya sipariş ettikleri ya da, en azından saray için ülkede cam kapların üretildiği anlaşılır.
Selçukname’nin değişik satırlarında güneşin lambaya (İbn Bibi I, 1996: 264) benzetilmesi, “ibadet kandili” (İbn Bibi II, 1996: 37), “parlak yıldızların ve gök cisimlerinin rahiplerin lamba ve kandilleri”ne (İbn Bibi II, 1996: 38) benzetilmesi biçiminde aydınlatma araçlarına atıflar vardır. Bunlar edebî satırlar olmakla birlikte kandil kullanımının yaygınlığına işaret ederler. Daha çok Mevlânâ’nın hayatından ve döneminden kesitler veren Menâkıbü’l-Ârifin’deki bir hikaye, zenginlerin evinde kandil kullanıldığını göstermektedir.6 Bu dönemde yollar üzerine yapılan anıtsal kervansarayların gece aydınlatılmasında, taş konsol ve nişlere konulan mum ve kandiller ile meşaleler kullanılıyordu (Oktaç 2005: 414). Celâleddin Karatay’ın vakfiyesinde (M.1247); han ve mescidin aydınlatılması için yağ (zeyt) ve mum gibi malzemelerin alınması kaydı vardır (Turan 1980: 181). Ünlü Selçuklu veziri Sahib Ata’nın Sivas Gök Medrese vakfiyesinde (H.679/M.1280);
“...Mezkûr mübarek gecelerde yemek vaktinde ve namaz kılma zamanlarında tenvîr için miktar-ı kâfi mum verilmesini, halkın istifade ve mütalea için toplandığı mahalde ve yaz kış medresenin sahasında kandil yakılmasını, abdest alınacak yere likid veya bezir yağından orayı aydınlatmaya kâfi kandil asılmasını...”
ifadeleriyle medresenin, mumun yanında, yağla çalışan ve asılarak kullanılan kandillerle aydınlatılması şart koşulmaktadır7 (Bayram vd. 1981: 56). Selçuklu döneminde, Osmanlılardaki gibi vazo biçimli seramik kandil görülmediğine göre, devrin kaynaklarında geçen kandillerin hep cam malzemeli kandiller olduklarını düşünmek gerekir.
Kubad-Abad çinileri (Res.9) ve Ahlat mezar taşları üzerindeki kandil tasvirleri (XIII. yüzyıl) (Karamağaralı 1972: 78) ile bugün İnce Minareli Medrese’de sergilenmekte olan Alevî Sultan Mescidi (XIII. yüzyıl) mihrabının nişindeki kandil kabartmaları, vazo tipli kandilin Anadolu’da bilindiğine ve kullanıldığına işaret sayılmalıdır (Bkz.; Erdemir 2007: 120-123), (Res.10). Kubad-Abad kazılarında ortaya çıkarılan cam kandil parçaları, yukarıda belirtilen türde kandil kullanımını arkeolojik açıdan kanıtlamaktadır. Kubad Abad kazılarında iki tip cam kandil formu kullanıldığı belirlenmiştir Bunlardan birinci tip ilk kez Kubad Abad kazılarında tespit edilmiş olan küçük boyutlu, omuzlubasık küresel gövdeli ve kulpsuz kandillerdir (Res.11). Bunlar kulpsuz olduklarından asılarak kullanılmıyorlardı. Diplerinin gövdeye göre daha dar olması nedeniyle bir sehpa üzerine konulmadıklarını da söyleyebiliriz. Bunlar ya Bizans polikandilonları gibi metal bir avizeye yerleştiriliyorlardı ya da tunç kandil zarflarının içine konuluyorlardı. Anadolu Selçuklu döneminden iki adet tunç kandil zarfı bilinmektedir. Bunlardan birisi Beyşehir Eşrefoğlu Camii için ısmarlanmış olup, M.1280-81 yılında Nusaybinli usta Ali ibn Muhammed tarafından Konya’da yapılmıştır (Erginsoy 1978: 394). Biçimsel bakımdan vazo tipli kandillere benzemektedir. Diğer kandil zarfı ise Konya Mevlânâ Müzesi’nde olup, kübik gövdeli ve pramidal külahlıdır. XIII.yüzyılın üçüncü çeyreğine verilen eseri Hasan ibn Ali el-Mevlevi yapmıştır (Erginsoy 2002: 389-390). Kubad Abad’da bulunan kulpsuz kandiller bunlar gibi zarflara konularak kullanılıyor olmalıdırlar.
Kubad Abad cam kandil buluntularına göre ikinci grup vazo tipli kandillerdir. Bunlar parça halinde ele geçmiş olup henüz tümlenmemiştir (Res.12,13). İslam cam sanatında şimdiye kadar bilinen en yaygın kandil tipi budur. Vazo tipli kandiller, kaide üzerinde küresel gövdeli ve yukarıya doğru genişleyen konik boyunludurlar. Gövdenin üzerinde genellikle üç ya da altı kulp bulunur. Kandil buralardan geçirilen zincir vb. bağlayıcılarla yukarıya asılarak kullanılmaktadır. Anadolu’da şimdiye kadar bilinen ilk vazo tipli cam kandil Yumuktepe (Mersin) kazılarında ele geçmiş olup, bunun Şam veya Halep gibi Suriye merkezlerinden ithal edildiği ileri sürülmüştür (Res.14). XIII. yüzyılın ilk yarısına tarihlendirilir (Köroğlu 1999: 245-249). Diğer kandil örneği Beçin kazılarında ortaya çıkarılmıştır. Bu kandil XIV. yüzyıla aittir (Gök 2004: 33-41). Vazo tipli kandilin Anadolu’da XIII. yüzyıldan kalan diğer örnekleri ise, yukarıda açıkladığımız örnekleriyle Kubad Abad’a aittir (Uysal 2007: 727).
Vazo tipli kandiller özellikle Memlukler devrinde yoğun biçimde görülürler. Memluk sultanı Baybars devrinde, M.1261 civarında Mısır’da hazırlanmış Hariri’nin Makamat (M.1261) adlı eserinde8 , Ebu Zaid’i Semerkand Cami’inde, tasvir eden bir minyatürde kemere asılı durumdaki vazo tipli kandil, bunların Memlûk sultanlarınca dinî yapılar için yaptırıldığının ifadesi gibidir. Bu tasvirde, Bizans polikandilonları gibi bir avize üzerine dizilmiş kandillerin de yer alması ilgi çekmektedir (Gladib 2000: 198). El-Birunî’nin El-Asar el-Bâkiya adlı yazmasının Edinburg Üniversite kitaplığında bulunan M.1307-1308 (İlhanlı devri) tarihli nüshasında, Hz. Muhammed’in veda hutbesini anlatan minyatürdeki kandil de vazo tiplidir (İnal 1995: 63, Res.32).
Anadolu Selçuklu devrine ait vakfiyelerde, vakfa gelir getirici işyerleri ve vakfiye şahitlerinin meslek ünvanları dolayısıyla çeşitli iş kollarının adına rastlanmaktadır. Vakıflar Dergisi ve Belleten’in değişik sayılarında yayınlanmış olan Ertokuş Vakfiyesi, Karatay Vakfiyesi, Torumtay Vakfiyesi gibi metinlerde birçok iş kolları sayılırken camcılığa rastlanmamaktadır.9 Sahib Ata’nın Konya’daki İmareti’ne ait vakfiyesinde (H.663/M.1264 ve H.679/M.1280), vakıf arazileri tarif edilirken Billûrcu Cemâleddin adında bir camcıdan söz edilmektedir (Bayram vd. 1981: 39). Konya hakkındaki çok sayıda vakıf kaydını inceleyen İ.H. Konyalı’nın verdiği bilgilerde çarşı isimleri, sabunhane, çömlekçiler kârhânesi gibi işyerleri; boyacı,külahçı, haffaf, mestçi, bakırcı, mürekkebçi gibi meslek unvanları görülürken, cam ve camcılık bulunmamaktadır.10 Buna karşılık Menakıbü’l-Ârifin’de, XIII. yüzyılın üçüncü çeyreğinde geçen bir olay anlatılırken camcılıktan söz edilmektedir. Buna göre; Muineddin Pervane’nin Şeyh Sadreddin Zaviyesi’nde düzenlediği bir toplantı sırasında, Mevlânâ bir tepkisini dile getirmek için mesleklerden örnek verirken : “....Bizim Mansur hallaç değil miydi? Şeyh Ebubekr-i Buhârî dokumacı değil miydi? Ve şu öteki kâmil insan camcı değil miydi?...” (Ahmet Eflâkî I, 1989: 162) demiştir. Mevlânâ’nın sözleri, camcılığın o dönemde itibarlı bir meslek olduğuna işaret etmektedir.
Erdoğan Merçil, arşiv kaynaklarından hareketle Selçuklu dönemi mesleklerinden bahsederken “âbgîne-ger (camcı)”, “billûrî (billurcu)”, “zeccâc (camcı, şişeci)” ve “şişe-ger (şişeci)” meslek unvanlarıyla camcılığı da saymaktadır (2000: 72-73, 81; 2006: 380, 381). Osman Turan’a göre; Selçuklu döneminde “Irak’tan cam ve avizeler geliyor, Erzincan’da kandiller yapılıyordu” (1965: 267). Bu ifadelerden, Irak’tan hem işlenmemiş cam, hem de avize ithal edildiği gibi bir anlam çıkıyor. Turan’ın Erzincan’da kandil imalatından söz etmesi önemlidir. Fakat O. Turan verdiği bilgilerin kaynağını belirtmemiştir. Biraz geç bir kaynak olmakla birlikte, İbn Battuta Seyahatnamesi’ndeki bir kayıt, XIV. yüzyılda Irak camından üretilmiş avizeleri anlatırken; aynı zamanda Beylikler devrinde de Irak camının ünlü olduğunu gösterir.11 Beylikler döneminde cam eşya ithalatı, günümüz araştırmalarında da vurgulanmaktadır (Bkz.; Çiftçi 2002: 401).
Yukarıdaki bilgilere bakılarak Anadolu Selçuklu devrinde cam eşyaların kullanıldığı, üretici veya satıcı olarak camcılık mesleğinin varlığı belirlenebilmektedir. Yazılı kaynaklardaki sınırlı sayılabilecek veriler; bu zanaat dalının, Suriye ve Irak’ta olduğu gibi bir ün taşımadığı kanısı uyandırmakta; ayrıca Selçuklu devrinde Anadolu’da cam üretimi konusunda açık ve net bilgiler sunamamaktadır. Ancak söz konusu kıt kayıtlar, bu dönemde camcılığın durumunun tek ölçütü olarak değerlendirilmemelidir. Çünkü tarihi kaynakların yetersizliğine karşılık, Orta Çağ’da Anadolu’da cam üretildiğini gösteren arkeolojik kanıtlar ortaya çıkarılmıştır. Aynı coğrafyayı Selçuklularla birlikte paylaşan ve her alanda karşılıklı alışverişte bulunulan Bizans egemenliğinin Demre (Olcay 1997), Amorium (Gill 2002) ve Saraçhane (Hayes 1992) gibi bazı merkezlerinde yapılan kazılarda çok miktarda cam malzemeyle karşılaşılmıştır. Bunların bir kısmının yerel üretim olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Buna paralel olarak Samsat, Kubad-Abad ve Alanya kazıları başta olmak üzere Selçuklu devri merkezlerinde de zengin cam buluntular ele geçmiştir. Kubad-Abad kazılarında, diğer Selçuklu buluntularıyla birlikte cam cürufları, hatalı üretim parçaları ve üretim artığı cam parçalarının tespit edilmesi, Anadolu Selçuklu devrinde de cam üretildiğini kanıtlamaktadır. Bu nedenle; Anadolu Selçuklu devri camcılığının gerçek seviyesini anlamak açısından tarihî kaynakların sınırlı bilgileriyle yetinmek yerine arkeolojik kazıların sonuçlarını dikkate almak ve bu tür çalışmaları artırmak gerekmektedir.